Türkiye, tarihte iz bıraktığı coğrafyalarda siyasi ve ekonomik varlık gösteriyor.
Çok taraflı ve kurallara dayalı dünya’ denen aldatmacanın berbat ettiği Suriye’yi, bir bölge ülkesi, çevredeki çelişen çıkarlara rağmen toparlamaya çalışıyor. Zaten çok taraflı bir şey kalmadı, herkes kendi gemisini götürmekle meşgul. Türkiye’nin İdlib saldırısını önleyerek bölgeyi ve Avrupa’yı nasıl bir beladan kurtardığını bilmek gerek.
Günümüzde tüm gücüyle yürürlükte olan jeopolitik, coğrafyanın uzantısı siyasetlerin yine o coğrafyaya hakim taraflarca yürütüleceğini söylüyor. Türkiye jeopolitiğe devam ediyor. Hem de kan dökülmesini önleyerek ve tercihini barış ve uzlaşmadan yana koyarak.
Yeni ve kaotik bir dünyadayız. Ortada bir düzen yok, nasıl olacağına dair işaret de yok. Sadece, boşlukların yarattığı fırsatları kullanarak, coğrafi hakimiyet alanlarında sınırlı kontrol alanları oluşuyor. İyi-Kötü varolan düzeni Donald Trump, kendi çıkarları kapsamında dağıttı. Trump küresel bir düzen istemiyor, dünyayı sırtında taşımak istemiyor. Daha önceki gün ‘Ben Dünyanın Başkanı değilim, ABD’nin Başkanıyım’ dedi. Dünyanın Başkana ihtiyacı yok. Daha kişilikli, omurgalı siyasetlere ihtiyacı var. Türkiye, bu durumu erken okuyup erken harekete geçen ülkelerden.
ABD dünyanın kendine uzak, getirisi olmayan masraflı köşelerinden çekiliyor. Bu durumun Trump’ın tercihi olmadığını, Küresel Egemen olmanın ekonomik ve siyasi ağırlığından sıkılan, yorulan ABD’nin zaten menzil daraltmaya mahkum olduğunu savunan yorumlar var.
1945 sonrasında dünya finans sistemini Bretton Woods ile kuran, yıkılmış Japonya’yı, Avrupa’yı ayağa kaldıran ABD, dünya milli gelirinin üçte birini de üretiyordu. Şimdi beşte birini üretiyor. Aradaki fark ABD’nin dolar basarak dağlar gibi yükselttiği borcudur, enflasyondur. ABD parayı içeride harcamak istiyor.
Yeni kaos ortamında Türkiye, yakın çevresinde güvenlik ve ekonomik çemberler çizerek etki alanları yaratmakta, daha uzaklara da yumuşak gücüyle ulaşmaktadır. İlgilendiğimiz coğrafyalar, zaten tarihte iz bıraktığımız coğrafyalardır. Ve bu çabada iyimserlik esastır.
Kaçın… Türkler geliyor!
Avrupa’nın Türkiye’ye yaklaşımında son dönemde bazı iyileşmeler var. Ancak Avrupa’nın genelde dar görüşlü ve kendine zarar veren Türkiye siyaseti ile 17-18 Eylül 1788 Şebeş Muharebesinde olanlar arasında büyük benzerlikler var. Avrupa Türkiye’nin kalıcı olduğunu bazen unutuyor. Şebeş’te Avusturya-Macaristan imparatorluk ordusu ‘Türk ordusu geliyor’ zannederek gece vakti birbiriyle çarpışmış ve binlerce ölü-yaralı vermişti.
1788’de Osmanlı Ordusu, Sultan Abdülhamit emriyle Tuna nehri kolları üzerinde hakimiyet kurmak için Sofya üzerinden Romanya’ya ilerler. Ordunun başında Sadrazam Koca Yusuf Paşa vardır. Karşısında da İmparator 2. Josef.
İlk karşılaşma Temeşvar’ın Muhadiye Boğazında yaşanır ve Osmanlı ordusu Josef’i kaçırtır. Avusturya ordusu Şebeş Boğazına çekilir. Orduda Avusturya, Çek, Alman, Fransız, Sırp Hırvat ve Polonyalı asker ve komutanlar vardır. Her biri ayrı dil konuşmaktadır, aralarında bile anlaşamazlar. Ve Şebeş, nehir kıyısındadır.
Olayın tam nasıl yaşandığı, yaklaşık 50 yıl sonra kaleme alınmıştır ve bazı tartışmalı unsurları vardır. Ancak genel kabul gören anlatımda, 80-100 bin İmparatorluk askerinin önemli kısmı, gece karanlığında birbiriyle çatışmıştır.
İlk sorun, Avusturyalı süvarilerin devriyeye çıkıp, köprüden karşı kıyısında bir köyde içki bulmaları ve birkaç yüz litrelik içkiyi yolda ya da kamplarında içmeleriyle başlar. Daha sonra piyadenin gelip süvarilerin içki partisine katılmaya çalışması, gerilim başlatır. Süvariler, daha düşük sınıftaki piyade ile içki paylaşmak istemezler ve kavga çıkar.
Bu sırada bir silah atılır ve birileri ‘Türkler geliyor’ diye bağırır. Panik başlar. Bir kısım süvari yakındaki köprüden, nehrin diğer tarafına kaçar. Hareketlenme, paniği artırır. Türklerin geldiğini sanan askerler gördükleri her canlıya ateş etmeye başlar. Bu arada Alman subayların Durun - ‘Halt Halt’, diye bağırarak kargaşayı önlemeye çalıştıkları, ancak ‘Halt’ ı ‘Allah Allah’ olarak duyan diğerlerinin ‘Türkler geldi’ diye Almanlara ateş açtıkları rivayet edilir. Almanlar da karşı ateş açar. Kargaşa büyüdükçe diğer ordu birlikleri çatışmaya katılır ve herkes karanlıkta ‘düşman’ sanarak birbirine ateş eder.
Süvarinin hem kaçıp hem de önüne gelene saldırması, paniği genişletir. Bir noktada topçu birlikleri de çatışmaya karışır ve bir batarya, gördüğü her yere ateş açar.. Bu kargaşada İmparator Josef’in de atından düşüp hırpalandığı söylenir. Gün doğduğunda Avusturya ordusunun ölü-yaralı kaybı 1,200 ila 10 bin arasındadır. Gıyabında savaşılan Osmanlı ordusu ise iki gün sonra gelip Şebeş’i alır. Kent, kendi arasında savaşan İmparatorluk ordusunun yaralılarla doludur.
Batılı tarihçilerin Karansebes Savaşı diye andıkları, ancak ballandırarak yukarıdaki ayrıntılarla anlattıkları bu olayın gerçek olmadığı da öne sürülür. Öte yanda olay son derece utandırıcıdır ve bu nedenle unutulmak istendiği, gömülmesi için kayıtlara alınmadığı da söylenir, ki mümkündür. ’Türk tehlikesi’ bahanesiyle birbiriyle vuruşan ya da kendi çıkarını bozan Avrupalı siyasetçi profiline çoktandır aşinayız.
Macaristan’a doğru
İdlib’in önünde ve arkasında kapsamlı bir Türkiye-Rusya ilişkisi var. Ortak projelerden biri, Türk Akım projesi. Karadeniz’i aşan iki hattan biri Türkiye, diğeri de Avrupa için. Avrupa’da ‘Bu gazı kim gaz alacak ?’ diye kuşku varken, Macaristan hattın kendisine uzatılmasını ve Türk Akım’dan gaz almak istediğini duyurdu.
Gazprom şirketi Türk Akımı tek hatla Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan’a uzatmak niyetinde. Bulgaristan yaz başında Türk Akım’dan gaz almak istediğin duyurmuştu.
Bulgaristan’dan Sırbistan’a, oradan Macaristan’a boru hattı uzatılınca, Viyana kapısına gelinmiş oluyor. Almanya, çeşit olsun diye Türkiye üzerinden Azerbaycan gazı almak istiyor. Kağıt üzerinde proje olan ‘Doğu Akdeniz gazına’ daha gerek kaldı mı?
Dünün tohumu hala yeşeriyor
İlgilendiğimiz coğrafyalar, tarihte iz bıraktığımız coğrafyalardır. Merhamet ve yardımlaşma için mutlaka sınır komşusu olmak gerekmiyor. 170 yıl önce İrlanda’yı besleyen patates ürününe hastalık dadandı ve Londra’nın hakimiyetindeki adada açlık başladı. 1845-1849 arasında İrlanda’da en az 1 milyon kişi açlıktan can verdi. Bir o kadarı da başka yerlere, en çok Amerika’ya göç etti. İrlanda’ya hakim gücün, İrlanda’yı da beslemesi beklenirdi, ama öyle olmadı. Üstelik bu olayı gömmeye, unutturmaya çalıştılar. Açlığı konu alan bir film, daha yeni çekildi: Black 47... Ülke açlıktan kırılırken, İngiliz aristokratların tahıl ihraç edip para kazandıklarını anlatıyor.
Bundan 100 yıl sonra da 1943’te İngiltere idaresindeki Hindistan -Bengal açlıktan kırıldı Bölgedeki tahıl depoları doluydu ve İngiliz idaresi tahılı orduya ya da Avrupa’nın beyaz nüfusuna yolluyordu.
Açlık çeken İrlanda’ya Sultan Abdülmecid’in iki gemi dolusu mısır, bir gemi dolusu da buğday yolladığı bilinir. İrlanda’nın Drogheda limanı bu dostluğun simgeleriyle doludur.
Sultan Abdülmecid’in armağanı buğday, Polonya’nın Stettin / Szczecin limanından yüklenmiştir. Kırmızı Buğday türüdür. Gelen buğdayı İrlanda biraz un yapar, birazını da tohuma ayırır. Bu buğday, başka türlerle de karışarak ‘Kırmızı Türk buğdayı’, ya da ‘Kırmızı Stettin’ adıyla İrlanda tarlalarında 1920’lere kadar yetişir.
Bu tür, İrlanda’nın buğday bankalarında hala tohumluk olarak durmaktadır. Protei+ni yüksek yeni buğday türleri arayan ziraatçiler, şimdi bu buğdayı yeniden yaygınlaştırmak için deneme yapmaktalar.
Sultan Abdülmecid’in yardımı o zaman un, ekmek, şimdi de tohum olarak hala hayatın içinde. Uluslararası dayanışma böyle bir şey. 170 yıl öncenin yardımı, çabası sonra tohuma dönüşüyor ve kuşaklar boyu verim alıyor.