Nefesini dahi israf etmeden yaşamış bir hocanın vefatı nedeniyle organize edilen bir anma programındayız.
Laf ola beri gele değil, dostlar alışverişte görsün kabilinden fersah fersah uzak, insanı insan yapan bütün duyguların neşet ettiği, aşkın taşkın ruhların vecd dünyasının kahramanlarıyla buluşmaya şehvetli bir iştiyakla hazırlanmış bir anma programı.
Büyükçe bir salon ve lebalep dolu. Şehrin kurmayları, öğrenciler, hocalar, alimler hepsi salonda.
Organize sahipleri de panel konuşmacıları da hepsi merhum hocanın öğrencileri. Şimdi her biri kendi alanında seçkin, profesör unvanlarıyla bilinen ilim adamları.
Ön sırada yerimizi aldık; heyecanlıyız. Zira anlatılacak hoca bendenizin babası.
Evet, başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere öğrencileri olan bu seçkin ilim adamları, profesörler babamı anlatacaklar.
Bizim için bir baba. Öyle ya ev halini bildiğimiz, gölgesinde dahi huzur aradığımız, aileyi ayakta tutan, sevgi, güven ve otoritenin temerküz ettiği, varlık dünyasının en güçlü aktörü; baba.
Bizim için böyle ama ya arkadaşları, öğrencileri, dostları için?
Kurucularından olduğu ve 18 yıl görev yaptığı Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocaları ve sair şehirlerden öğrencileri bu anma programını hazırlamışlar. Hepsine müteşekkiriz...
Yekpare bir vefa örneği göstermek adına mı kurgulanmış yoksa bu programla, ilim yolcularına bir duyuruda bulunmak istedikleri mi var?
Sorulara cevap bulmak için fazla söze hacet duymaksızın yazının bundan sonrasını merhum Faruk Beşer Hoca için öğrencileri tarafından söylenenlere bırakıyoruz.
Açılış konuşmasına Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş başlıyor ve devamında her biri ilim adamı olan arkadaş ve öğrencileri anlatıyor:
"İslam, ilme ve alime büyük bir değer vermiştir.
Bizim medeniyetimizde ilim, Allah'ı bilmenin ve O'na hakkıyla kul olmanın en güçlü aracı olarak görülmüştür.
İlim, eğitim ve öğretim Müslümanların gelecek tasavvurunun daima odağında yer almıştır.
Bu meyanda biz merhum Faruk Beşer hocamızı bir ilim sevdalısı olarak tanıdık.
Sadece ilmine değil aynı zamanda ilmi ile amil bir Müslüman oluşuna da tanıklık ettik.
Faruk hocamız gerek akademik camiada gerekse Diyanet İşleri Başkanlığımız nezdinde daima sevilen, sayılan, aranan, fikri ve kanaati merak edilen müstesna bir şahsiyet olmuştur.
Fikirleriyle her zaman zihinleri aydınlatmış, kişiliği, üslubu, nezaketi, duruşu, samimiyeti ve vakarıyla milletimizin gönlünde silinmez izler bırakmıştır."
"Faruk Hoca hayatı boyunca hep mağduriyetler yaşamış birisidir. Bazıları mağduriyetler karşısında siner, bırakır her şeyi ama Faruk hocamız öyle olmadı. Bu mağduriyetler hocayı şevke, gayrete getiren şeyler oldu.
Teoride kalmayan, bildiğini pratiğe uygulayan, anlatmaya, öğretmeye çalışan, bu gayret içinde olan bir hocamız oldu.
Bunun en bariz örneğini vefat etmeden birkaç gün önce hastanede yatarken son ders olarak vermişti.
Biraz zihni açılınca, "İnşallah ile biiznillah'ın farklı olduğunu biliyor musun?" dedi. Bu iki ifadenin farklı anlamlar içerdiğini anlattı, anlatmaya çalıştı.
Her an bildiğini anlatma, uygulama gayreti içinde olan bir hocamızdı.
Bir diğer dikkat çeken hususu, hep değişime açık olmuş bir hoca olmuştur.
Değişime açık, sabit değil.
Bunun içinde "Kelam-i kibar" mahiyetinde meşhur bir sözü vardır: "Âlim sözünde durmaz!"
Hakikati görünce görüşünü değiştirir anlamında.
Bizim tarihimizde, kültürümüzde de bu anlayış vardır. İmam Şafii Bağdat'tan Mısır'a gitmiş, bir sürü görüşünü de değiştirmiştir.
"Zamanın değişmesiyle ahkamın değişmesi inkâr olunmaz." Mecelle kaidesidir.
Dolayısıyla bunun en güzel örneklerinden birisini de Faruk hocamızda görüyoruz."
"Faruk hocamız, nice taze fidanlara toprak olmayı, hayat suyu vermeyi başardı.
O, bilgiye susamışlığıyla, ilme doymayan tarafıyla tanındı hep.
Öğrencilerinden daha meraklı, daha heyecanlı olan, derslerinde bir şey öğreteyim derdinden çok bir şey öğreneyim heyecanını yaşardı. Hocaydı ama öğrencilerin içinden biriydi. Onlarla acıkır, onlarla susar, onlarla yorulur, onlarla savrulurdu.
Öncesini hiç bilmeyenler bile onun son bir yılını, hatta son bir ayını bilseler, Rabbinin rızasına teveccühünü, ilme olan aşkını, Müslümanın derdiyle dertlenmesini, insanlığın kurtuluşuna vesile olma arzusunu yakinen fark ederler.
Hiç durmadı. Hep çalıştı. Başka türlü de yapamazdı. O da öyle yaptı. Zaten öyleydi. Tanıyabilenlere çok şey kattı. Örnekti. İlim de önderdi.
Önderliğini mütevaziliğinin yeline vermiş, örnekliğini de mahviyetiyle gizlemişti."
"Geleneksel Maşukiye buluşmalarımız vardı.
Faruk hocamız bizleri; Darül Hadis'teki öğrencilerini bahçesinde toplar, fedakârane bir şekilde bizi gün boyu akşama kadar ağarlar, hizmetimizi bizzat kendisi üstlenirdi. Evini, yüreğini, gönlünü her şeyini öğrencilerine açan çok değerli bir büyüğümüzdü.
İlim dünyasında bir menkıbeye istinaden kullanılan bir kavram vardır, "Vankulu hoca".
Hocanın birisi sürekli ilimle meşgul oluyor. Hanımı bundan biraz muzdarip. Bir gün sormuş, "Hoca ne yapıyorsun?" "Vankulu'na bakıyorum" demiş.
Vankulu lügati, İbrahim Müteferrika matbaayı getirdikten sonra Osmanlı'da ilk basılan eser.
Hocanın hanımı aldığı cevaba karşılık, "biraz da ben kuluna baksan olmaz mı?" demiş.
Faruk Hocamız da biraz böyle "Vankulu" bir hocamızdı.
Bir fıkıh hocası olmasına rağmen İslam alimi nasıl olurun canlı timsaliydi.
Tefsir, hadis, fıkıh, Arapça, lügat, kelam tartışmalarının hep içindeydi. Temel İslam bilimleri dediğimiz ana bilim dalları neyse, İslam alimi bunların hepsinde bir çehresi olan insan olmalıydı.
Merhum Raşit Küçük Hoca söylerdi; "İslam alimi kendi alanındaki her şeyi, diğer alanlarda da çok şeyi bilen kişidir."
Bu manada Faruk hocamızın bütüncül bir İslam alimi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz."
Ali Erbaş hocanın konuşmasının sonunda yaptığı duasına âmin diyelim.
İnşallah, Kur'an-ı Kerim'i anlamaya göstermiş olduğu aşk ve sevda, Faruk Beşer Hocamızın kabrinin pür nur olmasına vesile olur. (AMİN)