Taksim Meydanı’nı yayalaştırma çalışmaları etrafında ortaya çıkan olayları, bir öfkenin dışa vurumu olarak yorumlayanlar oldu. Yorumların, AK Parti’nin otoriter bir rejim arzusunu vurgulamaktan başka dayandığı sağlam bir zemin olmadığını görüyoruz.
Aslında sorun, Türkiye’deki değişim ve normalleşmeyi algılayamamaktan, bunu yeterince kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Hatta değişimi kabullenmekteki gönülsüzlükten bile diyebiliriz. Otoriter rejim bahanesini öne sürenlerin görünürdeki gerekçelerinden bir kaçını sayalım.
Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi tartışmaları bunların başında geliyor. Başkanlık sistemine karşı çıkanların bir yanlışı var. Ortada net bir tasarı yokken baştan ilke olarak başkanlık sistemine karşı çıkmak bilimsel tavırla bağdaşmıyor her şeyden önce. Hele bir görelim tasarıyı, ondan sonra olur ya da olmaz diyelim. Başkanlık sistemi gelince denetim mekanizmaları ortadan kalkmıyor ki...
Bütün bu hususları olgun bir biçimde tartışmak yerine önyargıları harekete geçirmek doğru olmaz.
Yaşam biçimi etrafındaki sonu gelmez tartışmalar görünürdeki gerekçelerden bir diğeri. Özellikle alkol satışına ilişkin düzenlemeleri bahane edenler, bu argümanı bir daha harekete geçirmek için çırpınıyorlar. Benim yukarda değindiğim normalleşmeyi kabullenmekteki gönülsüzlük de tam buna isabet ediyor. Şimdiye kadar şapka giyme mecburiyetinden tutun da başörtüsü yasaklarına kadar giden her türlü dayatmayı ortadan kaldıran düzenlemeler niye yaşam biçimine müdahale olsun ki...
Bunlar demokratik bir toplumda beraber yaşayabilecek insanlar için yapılmış düzenlemeler.
Ben yukarda bilerek görünür gerekçeler dedim. Asıl sorun başka yerde yatıyor.
İlk sırada Ergenekon ve 28 Şubat davaları var. Halk iradesini gasp etmek isteyenlerin hesaba çekilmesini içlerine sindiremeyenleri göz ardı edebilir miyiz? İhtilalleri, muhtıraları, post modern darbeleri, ‘ordu göreve’ çığlıkları atanları hesaba çekmeden demokratik bir yapıya kavuşmak mümkün mü?
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini hatırlayalım. Şimdi bir yıl sonra yine Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Birilerinin hesabı bu seçime matuf olamaz mı?
AK Parti ve Tayyip Erdoğan antipatisi bazıları için motivasyon kaynağı olmuş gibi. Peki, böyle bir durumu hangi insani hisle izah edebiliriz? Demokrasilerde böyle bir gerekçe olabilir mi?
2010 Anayasa Değişikliği ile kendisini elit kabul edenlerin bir istinat noktası daha yıkılmış ve askeri vesayetten sonra yargı vesayeti de ortadan kalkmıştı. Bu adımların verdiği öfke ortada. Bir de yeni anayasa çalışması var bir takım çevrelerin aklını başından alan. Barış ortamının çok huzursuz ettiği çevreleri anmazsam Molla Kasım beni hesaba çeker.
Beyazların kavgası derinlerde. Aysun Kayacı diye bir manken vardı. “Benim oyumla dağdaki çobanın oyu bir mi?” diye soruyordu. Ben bu mankeni hep takdir etmişimdir. Samimiyeti sebebiyle... Oysa bizdeki beyazlar bu konuda samimi değil. Göbeğini kaşıyanlar diye küçümsedikleri insanların kendileriyle aynı oy hakkına sahip olmalarını kabullenmezler ama demokrasiden söz etmekten de geri durmazlar.
Gezi Parkı’nı bahane ederek açıkça bir kalkışmanın hayallerini kuranlara Türkiye’nin demokratik olgunluğu imkân vermedi. İlk günlerin kafa karışıklığı ortadan kalktıkça bunu net olarak gördük. Bu vesileyle medyadaki şaşı bakışlar da bir kere daha gözler önüne serilmiş oldu. 28 Şubat’ın maşa olarak kullandığı Rıdvan Akar’ı hatırlar mısınız? Onun Gezi Parkı Belgeseli’ni izleyin, kışkırtma nasıl olurmuş, anlarsınız.
CHP mi? Olaylar karşısında nasıl bir tavır takınacaklarına dair şaşkınlıkları devam ediyor. Onlar şimdi mecliste yeni dönem grup başkanvekilliği seçimlerine hazırlanıyorlar. Kıran kırana. Mevcutlara ek 8 aday var. Bildiğim kadarıyla içlerinde şans sahibi bir İzmirli yok. Şiddetten arınmış demokrasiye vurgu yapan bir CHP hayal mi dersiniz?
Taksim olayları yeni bir parti doğurur mu sizce? Böyle bir niyeti olanlara bir ipucu. Adını Gezi Parkı Partisi koyup gücünüzü gösterin. Cem Boyner’e güvenmeyin ama.
O, boyunun ölçüsünü vaktiyle almıştı. Hem içerde hem dışarda daha bilinçli bir tanıtıma, daha iyi bir algı yönetimine ihtiyacımız var. Her yeri yakıp yıkanlar masum göstericiler olabilir mi? Algı yönetimi başlı başına bir bilim dalı mıdır? Bunu bilmiyorum, ama bugünlerde toplum olarak üstünde çok durmamız gereken bir konu olduğuna eminim.
Algıyı iyi yönetemeyince yanılgı ve yanılanlar çok oluyor.