Hasbelkader bir köşe işgal ediyorum, elim kalem tutuyor, eleştiri yapıyorum diye kendimi yazar, düşünür falan zannedecek değilim. Yazarken de eleştirirken de çizmeden yukarı çıkmamaya gayret ederim. Ama en büyük ve ne yazık ki en sevdiğim kusurum ukalalığımdır. Biraz fazla coşkuya ya da öfkeye kapıldığım, basbayağı insanları yargıladığım olur. Ama beni konuşurken sakinleştiren şey genel olarak hayata ve dünyaya derin bağlılığım ile birkaç insan hariç yaşayan her canlıya duyduğum koşulsuz sevgidir. Yazarken ise çok büyük edebiyatçı ve filozofların gölgesinde bir karınca olduğumu bilmektir.
Yine tahammülsüzlükle çevrelendiğimiz ve bu tahammülsüzlüğün sanata da fazlasıyla sıçradığı bir dönemdeyiz. Bıraksanız çok ukalalık edeceğim bu konuda, birilerine haddini bildireceğim, lafı gediğine oturtacağım falan... Ama bu çiğ, çirkin ve düzeysiz üsluplarla muhatap olursam okurlarıma haksızlık etmiş olurum. Ayrıca biraz durup düşünmeye, niye bu kadar tahammülsüzüm diye sormadan egolarını serbest uçuşa geçirenlere de bir yararı dokunmaz benim cılız sesimin.
***
Albert Camus’nün İsveç Söylevi’ni Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’un Türkçesinden aktarıyorum. Bu söylevin de yer aldığı Denemeler’in (Say Yayınları) eminim yeni baskıları vardır. Sanatçı arkadaşlarıma özellikle ithaf ediyorum:
“Ben kendi hesabıma sanatım olmadan yaşayamam. Ama, bu sanatı her şeyin üstüne koymuş da değilim. Tersine, onsuz edemeyişim, onun beni herkesle bir etmesi ve olduğumdan başka türlü olmaksızın herkesle bir düzeyde yaşatmasıdır. Sanat, benim için tek başına tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçlerle coşturacak görüntüleri, biçimleri bulmaktır. Demek ki sanat, sanatçıyı insanlardan ayrılmamaya zorlar; onu, en gündelik ve en evrensel gerçeğe bağlar. Ve çok kez, kendilerini başkalarından ayrı gördükleri için, sanatı seçenler kısa bir zaman sonra anlarlar ki, sanatlarını ve başkalıklarını ancak herkesle benzerliklerini ortaya koyarak gösterebilirler. Sanatçı, kendini bu başkalarına gidip gelme ile yoğurur: Vazgeçemediği güzellik ve kopamadığı topluluk arasındadır. Onun için gerçek sanatçılar hiçbir şeyi küçük görmezler; yargılamaya değil, anlamaya çalışırlar. Ve dünyada tutacakları bir yer varsa, o da, Nietzsche’nin çok güzel söylediği gibi, yargıcın değil, işçi olsun aydın olsun, yaratıcının başa geçeceği bir dünya olacaktır.
Buna inandık mı, yazarın rolü, ister istemez, güçleşiyor. Sanatçı, tanımı gereği, bugün tarihi yapanların buyruğuna giremez: Tersine, ona katılanların buyruğundadır. Yoksa, tek başına ve sanatının uzağında kalır. Zorbalık milyonlarca adamı ile birlikte onu yalnızlığından ayıramaz, onlara ayak uydurmaya kalkışsa bile, hatta, asıl o zaman. Ama, dünyanın öbür ucunda hapse girmiş ve hor görülmüş, bilmediğimiz bir insanın çıkmayan sesi, yazarı, yalnızlığından kurtarmaya yeter, hiç değilse, özgürlüğün sağladığı olanaklar içinde, o çıkmayan sesi unutmamayı ve onu sanat yoluyla duyurmayı başardıkça.
Hiçbirimiz böylesine büyük bir işin adamı değiliz. İster bütün ömrünce ünsüz ya da bir zaman için ünlü olsun, ister zorbaların zincirlerine vurulsun, ister bir süre dileğini özgürce söylesin, yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın, elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur: Gerçeği ve özgürlüğü. Sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz, çünkü, yalan da kölelik de, bulundukları yerde yalnızlıkları çoğaltırlar. Tek tek olarak sakatlıklarımız ne olursa olsun, soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan şu iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak”.