Profesör Sedat Laçiner’i fazla tanımam. Bir dönem bizim gazetede yazdı. Bir kez karşılaştık. Ayaküstü sohbet ettik. O kadar.
Onu yakından tanıdığını düşündüğüm birine, Ömer Laçiner’le bir akrabalığı olup olmadığını sormuştum. Son birkaç yıldır düşük tavırlar sergileyen Ömer Laçiner’le aynı soyadı taşımak dışında bir bağı olmadığını öğrenince de sevinmiştim.
Şimdilerde “ruh akrabası” oldular, ayrı.
Star’da yazdığı dönemlerde işbu Sedat Laçiner’in “Fethullahçı” örgütlenmenin bir elemanı olduğu söyleniyordu.
Bilmiyordum...
Bilebilecek malzemelere sahip değildim.
Kimliği ve yönelimi konusunda hâlâ bir fikrim yok.
Biz ne yazdığına, ne söylediğine bakarız.
Bakıyoruz ve hiç de iyi şeyler göremiyoruz.
Daha doğrusu, yakın zamanlara kadar “iyi şeyler” sadır olmuyordu kaleminden.
Şu an nerelerde yazıyor, nerelerde eğleşiyor bilmiyorum. Bir gazetede yazıyor mu, onu da bilmiyorum. Arada, sosyal medyada mesajlarını görüyorum. Fethullahçı örgütlenmeye kol kanat geren açıklamalar yapıyor, itibarsızlaştırılması gerektiği düşünülen kişiler hakkında “ayıp ve çirkin” addedilecek twetler atıyor, içinde “diktatör” ve “havuz medyası” geçen son derece çirkin paylaşımlarda bulunuyor, kendince “operasyon” çekiyor...
Son operasyonu iki gazeteci arkadaşımıza çekti.
İki gazeteci, tören kıtasını denetlemişler, askeri selama durdurmuşlar, askerle alay etmişler. Bu, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hakaretmiş. Derhal özür dilenmeliymiş, filan! (Kimse tören kıtasını denetlemedi. Kimse askeri selama durdurmadı. Sadece resim çekildi. Onun dışında bir şey olmadı!)
İki gündür sosyal medyada tepkiler dinmiyor.
Binlerce mesaj, binlerce küfür...
Bunun neresinde “hakaret” olduğunu linç kampanyasının fitilini ateşleyen Profesör Sedat Laçiner verecek. Mal bulmuş mağribi gibi olayın üzerine atlayıp “linç kampanyasını duyurma ve yayma” işlevi gören Profesör Vedat Demir de burada nasıl bir yanlış gördüğünü açıklayacak.
Linç kampanyasına omuz veren Kemalist ve Fethullahçı paydaşlara gelince...
Ki, aralarında bol miktarda gazeteci, akademisyen ve çapulcu bulunuyor.
Siz bu ordunun terörle mücadelesini “faşizm” olarak nitelediniz, hâlâ böyle niteliyorsunuz. Nümayişler yaptınız. Oturumlar düzenlediniz. Utanç bildirisine imza atan akademisyenlere destek çıktınız. “Terör operasyonları durdurulsun” diye Amerika ve AB nezdinde girişimlerde bulundunuz. Ülkenizi Merkel’e ve Joe Biden’a jurnallediniz. Asker ve polis öldüren canileri “yerlere sigara izmariti dahi atmayan çiçek çocuklar” ilan ettiniz. Elinizden gelen her melaneti sergilediniz.
Ne oldu da “TSK sever” kesildiniz?
Siz TSK’yı iki gazeteciye karşı değil, önce terör örgütü PKK’ya karşı savunun...
Önce “savunma hakkını” elde edin, sonra namussuzca linç kampanyalarına kalkışın!
HAMİŞ
Mustafa Altıoklar isimli egosantrik sinema yönetmeni, İstanbul’un fethini “gasp” olarak niteliyor. Ve ekliyor: “Osmanlı’nın adeta yalvararak haçlıya teslim ettiği şehri, Mustafa Kemal ölümüne bir kavgayla kurtardı.”
Süleyman Özışık gerekli cevabı verdi, o yüzden detaya girmiyorum.
Şunu sormak istiyorum değerli yönetmene:
Başkasından gasp edilmiş bir yeri kurtarmak için “ölümüne” kavga etmek de ne oluyor? Gereksiz değil mi? Ayrıca Mustafa Kemal yaptığında “kurtarmak” olan bir şey, başkası yaptığında niçin “gasp” sayılıyor?
Evet, İstanbul bir dönem İngiliz işgali altındaydı...
Mustafa Altıoklar bize, bu “ölümüne kavga” sırasında İngilizlere kaç kurşun attığımızı, kaç İngiliz askeri öldürdüğümüzü, mütarekeden sonra İngilizlere karşı hangi savaşı kazandığımızı anlatsın.
Sonuç: Al paralelci trolleri, vur Mustafa’ya!