Maç öncesi iki takım arasındaki istatistiksel verilere bakıldığında, işimizin zor olduğu açıktı. Dünya Kupası’nın en iyi hücum eden takımına karşı, bizimkilerin savunmacı kimliğinin ne kadar işe yarayacağı; akıllardaki ilk soruydu.
Basketbolda bir deyim vardır: Hücum, savunmada başlar... Evet; bu doğru...Ama atabilirsen! Atmak, yani farklı hücum varyasyonlarıyla sayı bulmak, “akıllı” antrenörlerin ve oyuncuların işidir! Yüzde 50’nin üzerinde üçlük, yüzde 40’ın üzerinde saha içi isabetiyle oynayan bir takımı savunmada bir yere kadar durdurabilirdik. Asıl önemli olan, hücumdu. İşte aklın sahaya yansıdığı anlarda, istediklerimizi yaptık. Ne zaman potaya gittik, hep sayı bulduk. Sinan, saha içi beynimizdi bu anlarda... İşe o başladı. Ender ve Tunçeri’ninzekası da işin içine girince, ayakta kaldık.O anlarda gözümüz hep diğer bir “akıllı”yı aradı... Emir’i... Çünkü böyle bir rakibe karşı, ona hücumda çok ihtiyacımız vardı. Ama Emir, son periyoda kadar hiç ortada yoktu. 16 sayı, 7 ribaunt, 3 asist; maç bittiğindeki istatistikleriydi ancak feci yüzdeyle oynadı: 7’de 2 ikilik, 14’te 5 saha içi isabeti... Bu verimlilik, bir basketbolcuya en fazla 2 yıldız verdirir! Ama Emir öyle iki kritik üçlük attı ki, maçı kazandıran... Büyük oynamanın, büyük oyuncu olmanın nasıl bir şey olduğunu kanıtladı.
Aslında; biz hücumda iyi organize olduğumuz dönemlerde, en büyük silahı dış şutlarından verim alamadığını gören Avustralya Koçu Lemanis de “aklını” kullanmış ve hücumda oyunu potaya yakın tutarak, ribauntlarda bize üstünlük sağlamıştı. Zaten maç içindeki iki geri dönüşümüz öncesi oluşan fark, verdiğimiz hücum ribauntlarından kaynaklandı. Sonuçta, bazılarının koçluğunu hala beğenmediği Ergin Ataman’ın karakterini yansıtan “kapasitesi sınırlı” adamlar, bir kez daha dünyanın en iyi 8 takımı arasına girdi.