YÖK verilerine göre üniversitelerde 42245 araştırma görevlisi çalışmakta. Araştırma görevlilerinin atamaları 2547 sayılı kanununun 50/d ve 33/a maddelerince yapılmakta olup, 33/a'ya göre atanmış araştırma görevlileri doktorasını tamamladıktan sonra araştırma görevlisi doktor olarak akademik çalışmalarına devam ederken, 50/d'li olanlar ise ‘Lisansüstü öğretim yapan öğrenciler…” ibaresinden ve 50/d kadrosunda bulunmalarının lisansüstü öğretimi azami sürelerle sınırlandırılmasından dolayı 30 yaş üstüpotansiyel doktoralı işsiz adayıdır.
Görev ve atama kriterleri olarak ele aldığımızda 50/d ve 33/a maddelerine bağlı olarak görevlerini yerine getiren araştırma görevlileri arasında her hangi bir fark yok. Ales, bilim sınavı ve dil puanı açısından her hangi bir farklılık olmayan bu iki madde ile göreve başlayan araştırma görevlileri arasında ise tam bir eşitsizlik söz konusu desek yanlış olmaz. Örneğin 33/a maddesi ile göreve başlayanların doktora tamamlamada azami veya asgari süre sınırlaması yokken 50/d maddesi ile göreve başlayanların yüksek lisansı tamamlama azami süresi 3 yıl, doktorayı tamamlama süresi azami 6 yılı aşmaması gerekir. 50/d maddesi ile görevde olanların yıllardır nasıl bir mobbing ile karşılaşıp akademik çalışmalarını devam ettirmeye özen gösterdikleri ise herkesin malumu. Her işe koşturulan konumunda olan bu insanların aynı zamanda YÖK’ün yurt dışı araştırma burslarından faydalanamamalarını da buraya not düşelim.
50/d maddesince göreve başlayanlar, 2007 yılından önce bugünkü kadar sorun yaşamazken 2008’de Yusuf Ziya Özcan döneminde 33/a’ya geçiş için yeni bir kadronun ilan edilmesi gerekir kararı Danıştay tarafından durdurulur. Danıştay’ın bu kararından sonra 2009’da YÖK 50/d maddesindeki araştırma görevlilerinin devam edip etmeyecekleri kararını Rektörlere bırakmıştır. İşte asıl sorun bu dönemden itibaren yaşanmaya başlandı desek yanlış olmaz. Paralel yapının da etkin olduğu üniversitelerde kimlerin 33/a’ya geçtiğini kimlerin üniversitelerden ilişkilerinin kesildiğini anlamak o kadar da zor değil. Gökhan Çetinsaya döneminde de kalıcı bir çözüm olmazken Yekta Saraç’ın atanması ile “Sorun üreten değil, sorun çözen YÖK” ifadeleri, 50/d sorunu yaşayan araştırma görevlileri için bu sorunun tarih olacağı beklentisi ile umutlarını artırmıştır. 2015'in başlarında yapılan toplantılarda üniversitelerin belirleyeceği kriterlerle geçiş şartları nesnel olarak düzenlenecek ve karmaşa ortadan kaldırılacaktı. Uzayan süreçle birlikte, kriter belirleme, onaylanması ve sonrasında kriterlerin uygulamasındaki belirsizliklerin yanında hala kurumların birbirlerine yetki aidiyeti tartışması da olmuyor değil.
Bununla birlikte:
1 yılı aşkın süredir 50/d sorunu çözülecek diye umutla bekleyen, azami süresi dolup kadrosu düşen/düşecek, kriterleri sağladığı halde 33/a'ya aktarımı yapılmayan, ya da geçişe hiç izin vermeyen üniversitelerdeki 50/d’lilere... NE OLACAK? Veya neden 50/d’li araştırma görevlisinden kriter isteniyor?
Çözümsüzlüğe bağlı belirsizliklerde soru ve sorunlar uzar gider...
YÖK’ün bu sorunu paralel yapının hâkim olduğu bir dönemde üniversitelere bırakması zaaflık örneği olarak değerlendirilebilir. Yabancı dil sınavından elli puan alamayacak kapasitede olanların yetmiş aldırıldığı ve yıllardır üniversitelerde olan bu yapının binlerce insanın hakkını yediği ortada iken halen bu başıboşluğun sebebi nedir diye sormak ve bunun cevabını tam olarak alamamak insanı üzmüyor değil.
Bu soruna artık TBMM’nin el atmasının zamanı geldi de geçti desek yanlış olmaz. Öncelikle siyasi partilere ve milletvekillerine bu sorunun iç yüzü anlatılmalı. Yapılması gereken sadece verilecek kanun teklifine ‘50/d maddesinin kaldırılması, 50/d maddesince görev yapanların kadrolarının 33/a’ya aktarılması, geriye dönük belirlenecek makul bir sürede ilişiği kesilmişlerin 33/a ile görevlerine devam etmesi ve kanun değişikliğinin yasalaşması sonrasında araştırma görevlisi alım ve ilanlarına 33/a ile devam edilir’ ibaresini eklemektir.
Bu şekilde sorunu ortadan kaldıran bir kanun teklifinin yasalaşması ile araştırma görevlileri arasındaki eşitsizlikler ortadan kalkacağı gibi belirsizlik ve gelecek kaygısının bir nebze olsun bitmesi sebebiyle artacak motivasyonun, üniversitelerdeki bilimsel üretimi ve kaliteyi olumlu yönde etkileyeceği aşikârdır.
Not: Bu konuda desteğini ve görüşlerini esirgemeyen Arş. Gör. Remzi İlay’a teşekkürü bir borç bilirim.