Dün Merkez Bankası’nın düzenlediği G20 Finansal Sistemik Risk Konferansı’nda konuşan Babacan, yalnız bugünü değil, gelecek nesilleri de düşünmek gerektiğinin örneklerle altını çizdi. Gelecek nesilleri düşünmek ve ekonomi politikasını uzun vadeli bir stratejiye bağlı olarak inşa etmek gerektiğine katılıyorum. Batı ve Uzak Doğu (özellikle Çin) asırlık planlar yaparlar. Bu ayrıca bir kültürün ve tarihsel birikiminin sonucudur. Bence henüz burada değiliz.
Bakın, bugün beklenen -daha doğrusu Başbakan’ın açıklamasıyla kesinleşen- doğalgaz ve elektrik zamlarını da eklersek, vergi artışları kaynaklı zam silsilesi odaklı bir tartışma var. Ve bu tartışma hepimizin refahını, geleceğini ilgilendiren bir tartışma. Yani bu, biraz ‘kırk katır mı, kırk satır mı’ tartışması gibi. Vergi artışları gelecekte daha kötü olmamamız ve ‘istikrar’ için alınan bir önlem ve uzun vadeli düşünmenin bir sonucu diyen yaklaşım bir tarafta; hayır, büyümeden taviz vermeyelim, talebi zamlarla kısmanın gereği yok, durgunluk enflasyondan daha büyük sorun diyen yaklaşım bir tarafta... Şunu bir kere itiraf edelim; Türkiye, 2001 krizi sonrası, Derviş ve ekibi tarafından temelleri atılan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nı tümüyle aşan bütünlüklü yeni bir kalkınma programı ve paradigması ortaya koyamamıştır. ( Neden, acaba, uzun vadeli düşünmediğimiz için olabilir mi?)
Tabii ki, Babacan’ın dünkü konuşmasında belirttiği gibi, çok önemli reformlar yapılmıştır; başta finans, eğitim, sağlık alanlarında... Sanayileşmede yeni bir Anadolu dinamiği ve ihracat atağı ve bunun satır başları hem Sanayi Bakanlığı’nın hem de Ekonomi Bakanlığı’nın katkılarıyla ortaya çıkmıştır. Ancak tüm bunlar, para ve maliye politikalarıyla örtüşen, yeni bir vergi sistemini de kapsayan, uzun vadeli yeni bir büyüme stratejisiyle taçlandırılmamıştır. Merkez Bankası, fiili olarak çok önemli adımlar atmakta ve yine fiili olarak (de facto) kendine yeni bir yol çizmeye çalışmaktadır. Ancak TCMB’nin önündeki, resmi yol (de jure) finansal istikrarı, enflasyon hedeflemesi ile sağlamaya dönük, arkaik, hiçbir bilimsel yanı kalmamış, uyduruk yoldur. Banka, tam burada sıkışmaktadır.
Türkiye’nin siyaseti de böyle değil mi? AK Parti, büyük kongresini yapacak, çok önemli işler yapıldı, ancak hâlâ 12 Eylül darbe Anayasası’nın cenderesindeyiz. Ekonomide, iflas etmiş neoliberal uydurmaların cenderesinde olduğumuz gibi... Babacan ve Şimşek, kendi kurguları açısından haklıdırlar. Onların kafasında bir model var ve bu modelin aksadığı yerleri dolduruyorlar. Bir matris bu. Türkiye, yeni bir siyasi ve ekonomik modele geçmedikçe, siz Babacan ve Şimşek’e hiçbir şey diyemezsiniz, onlar önündeki modele göre davranıyorlar ve bununla ilgili de gruplarına ve Meclis’e hesap veriyorlar. Bu teknik bir konu... Ancak, bu model geride kalmıştır. Tıpkı, Türkiye’nin askeri vesayetten izler taşıyan siyasi yapısı gibi.
Son Statüko dengesi bitti!
Bugün Anadolu’nun bütün kentleri, küresel rekabete uygun üretim yapacak, dünya fiyatlarına uyum sağlayacak girişimci yeni bir sermayeyle tanışıyor. Bu sermayenin ortaya çıkardığı yeni orta sınıf ve başta sağlık, ulaşım ve askeri vesayeti geriletme adımları AK Parti’yi üç dönem iktidara getirmiştir. Hem bu sermaye hem onun Anadolu’da ortaya çıkardığı yeni orta sınıf bu dönemin temel taşıyıcı dinamikleridir. Bu yapı ve sınıfsal katmanlar, hem eğitim-teknolojiye ulaşma hem de Osmanlı’dan bu yana gelen dayanışma ve bir arada yaşama kültürünü yeniden ayağa kaldıran dinamiklere sahiptir. Ancak bu dinamik, AK Parti’nin, iktidara geldiği yıllarda, şimdiki gibi belirleyici değildi.
Böyle olunca, bir krizden çıkış stratejisi olarak gündeme gelen, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, ağırlıklı olarak TÜSİAD’da örgütlenmiş geleneksel sermayenin de yeniden toparlanmasını sağladığı için, AK Parti, ilk iki dönem, bu yolla, hem eski sermaye ve onun bürokrasisini gözetmiş hem de onu iktidara taşıyan ve politikalarına destek veren yeni dinamiklere, ağırlıklı olarak dayanmıştır. Bu da bir denge oluşturmuştur. Çünkü hem TÜSİAD çevresi hem de yeni ihracatçı sermaye dinamikleri, krize bulaşmadan geminin yüzdürülmesi konusunda uzlaşmak zorundaydı. Bu uzlaşı da, Babacan-Şimşek’te somutlanan geleneksel politikalarla devam ettirilmiştir. Ancak bu denge artık bitti. Örneğin Balyoz gibi dava sonuçları geleneksel sermayenin askeri bürokrasi ayağının tasfiyesinin sonucudur. Dikkat edin, AK Parti’ye yeni gelenler, bu uzlaşının bittiğini gösteren, Anadolu’daki dışa açık, demokrasi yanlısı dinamikleri temsil eden isimlerdir. Numan Kurtulmuş ve ekibi, Osman Can ve Süleyman Soylu tam böyledir. Bu dinamik, Kürt sorununun çözümünde ve yeni Anayasa’da benim umudumu, her şeye rağmen, yukarıda tutuyor.