Aile tartışmaları gündemi tutmaya devam ederken, tartışmanın odağında kadın-erkek güç ilişkisi yer alıyor. İki cinsin karşılıklı gövde gösterisine dönüştürülen güç geriliminden mi ibarettir aile hukuku? Hasbelkader aynı evi paylaştığımız teyze, hala, büyükanne, büyükbaba gibi fertler, halen aileden sayılmakta mıdır? Evlenmeyenleri veya evlenip de çocuk sahibi olmayanları nasıl tanımlayacağız. Güç ilişkisi üzerine kurulan tüm yapılarda olduğu gibi, bu kişiler ancak paraları veya mülkleri olduğu zaman mı bir yer edinebilecekler ailelerimizde... Ya herhangi bir varsıllıkları veya sosyal güvenceleri yoksa, onları kimler olarak göreceğiz...
Modern düşünce, şüphe ve güvensizlik üzerine inşa edildi. Bu bakış açısı; kendimiz dışında herkesi öteki, yabancı, hatta düşman olarak görmeyi öğretti bize. Hukuk, adeta nükleer yalnızlığı içinde, giderek tek başınalığı artan insanı, korumak adına şekillenirken, geleneksel aile de giderek küçüldü. Hem ekonomik çevrimin dayattığı zorunluluklar, hem dünyaya bakışımız daha ben merkezli oldukça, geniş aile kırsala kovuldu, çekirdek aile fikri iyiden iyiye perçinlendi.
70’lerdeki ilkokul ansiklopedilerinde, evlerin bir köşesinde gazete okuyan dedeler, örgü ören nineler, ara sıra odalarda gözüken kediler olurdu mesela. Çocukluk dünyasının göresel evreninde, ev dediğimiz şeyin içinde geniş aileler yaşardı. 80’lerdeki çocuk ansiklopedilerindeyse, büyükanneler ve büyükbabalar, artık yaz günlerinde ziyaretine gidilen bir uzaklıkta yaşıyordu. Derslerimizde nine ve dedelerimize yazacağımız kartpostallar, mektuplar öğretilirdi. Aile büyükleri uzakta ama halen ilişkinin kuvvetli olduğu kimselerdi. 90’ların ikinci yarısından itibaren bilgisayar ve mobil telefon hızla girdi hayatımıza. 2000’lerdeyse, artık büyükanne-babaları bırakın, aynı evin içinde kendi çocuklarımızla mesajlaşmaya başladık.
Dijital çağın aile ve akrabalık ilişkilerine vurduğu darbeyi göz önüne almadan, aile konusunu kadın-erkek hesaplaşmasına hapsediyoruz ne yazık ki.
Geçtiğimiz günlerde vefat eden Üstad Şevket Eygi beyefendinin ardından arkadaşlarımızla yeniden konuşmaya başladığımız bir konu var. ‘’Biz yaşlandığımızda nasıl bir hayat süreceğiz?’’ Dikkat ederseniz aile tartışmalarında, yaşlılık konusu hiç gündeme gelmiyor. Oysa ülkemiz 10 yıl içinde yaşlı nüfusu yüksek olan ülkeler arasına giriyor. Çevremizde giderek sayısı artan hiç evlenmemiş, boşanmış ya da eşi vefat etmiş arkadaşlarımız var. Onlar bu tartışmanın neresinde? Sanki yoklarmış gibi nobranca sürdürüyoruz konuşmalarımızı. Mutlu aile tabloları, sevgi dolu evlat ebeveyn ilişkileri, acaba bu kişilerin hayat maceralarında ne kadar yer tutuyor, ya da onları zaman zaman kırıcı, örseleyici bir hale geliyor mu, bunları da bilmiyoruz... Dikkat ediyorum hiçbir tartışmada hiçbir yerleri yok! Sadece evli olanlar dahil olabiliyor güncel tartışmalara. Evli değilsen, dul isen, aile tanımında neredeyse yerin yok...
Yaşlılar, ailenin içinde mi dışında mı, bu çok önemli bir soru. Çocuklu olanlarımız bile yaşlılıklarında çocuklarıyla yaşayamayacaklarından o kadar eminler ki... Acaba bir kooperatifte yan yana küçük dairelerde mi yaşasak, acaba bir yaşlılar sitesine mi üye olsak, ismi asla huzurevi olmasın da kendimiz gibi kimselerle yaşayacağımız sosyal mekanlar mı kursak, neler neler... Bunun bir de hasta yakını olmak kısım var. Aile büyüklerinden birisi hastalandığında çekirdek aile, adeta kopma seviyesine geliyor. Zira yaşlı ve hasta bakımı halen kurumsallaşmış işlerimizden değil.
Karısına ve çocuklarına tapan zavallı adamlardan, kocası ve çocuklarından başka hayatı olmayan hırslı kadınlardan müteşekkil pembe tablolar asla gerçekçi değil. İş dünyasını, şehir yaşamını, konut mimarisini tartışmadan aileyi konuşmak ne mümkün...