Biz, alışmıştık. Hayat böyleydi, askerden başka ciddiye alınacak bir varlık yoktu alemde... ‘Yanaşık düzen’ eğitimi almış bir millettik. İçimizde, ‘Hazrolll!’ komutuna muhatap olmamış kimse yoktu.
(Askerde yaptıklarını okullarda niye yapıyorlar, onu tam bilmiyorum. ‘Asker milletiz’ ondan mı?)
Siyasetin hiç bir kuralı yoktu, askere karşı dikkatli ve ürkek olmaktan başka.
Askere muhtıra verdirtmeyeceksin. Muhtıra gelince kabahatli sensin. Buydu ilke. Ve tabii ki muhtıranın önünde eğileceksin.
‘Asker ne demek istedi?’
Türkiye’nin en önemli sorusu buydu. Bu sorunun cevabını bilen, kainatın sırrına ermiş sayılırdı.
En iyi gazeteciler, askerle alışverişi olan gazetecilerdi.
En önemli müfessirler, asker müfessirleriydi.
Askerin ağzından çıkan laf, ‘kutsal metin’ gibiydi. Yorumcuların, yazarların, senyör muhabirlerin, askeri bildirileri okurken, bir e’uzü besmele çekmedikleri kalıyordu.
Askerin en az uğraştığı iş, askerlikti.
Daha doğrusu, herkes, askerin askerlik dışı işlerine öyle alışmıştı ki, bunlar askerlik zannediliyordu.
Ne yapar asker? Hangi vatandaş ‘hiza’da duruyor hangi vatandaş ‘hiza’yı bozuyor, ona bakar. Algı öyleydi.
Hepsi asker marifeti mi? Alakası yok. Sivil ayartıyor.
Askerin, sivil işlere karışmasından menfaat uman siyasetçiler. Ve şu medya...
Askerin hukuka tecavüzünü takdis eden medya. Ve çeşit çeşit ‘ordu göreve’ciler.
Ne mübarek işti, muhtıra vermek!
Salavat-ı şerife bilseler, salavat getirecekler.
Ne kutlu laflardı, “TSK yetkilerini kullanmaktan çekinmeyecektir” yollu tehditler.
Medyadaki ‘havariler’, gece ve gündüz, ‘tebarekte ya zel celal-i ve’l ikram’ diyordu askere.
Yargı da medya kadar ‘takva’ sahibi, medya kadar ‘vazifeşinas’tı.
Halbuki, yukarıdan aşağı saydığım o fiiller, her şeyden önce ayıp. Asker, kendi milletinin oylarını iğfal ediyor. Olur mu böyle bir şey?
Oldu işte. Ve herkes, ‘niye oldu?’ diyenlere saldırdı.
Düşünsenize, öküzün biri, babası yaşındaki Erbakan’a hakaret ediyor.
Türk terbiyesi mi bu? Asker terbiyesi mi?
Bana sorarsanız, ikisi de değil. Düpedüz terbiyesizlik.
Ve gazetecisi, siyasetçisi, o ‘herif-i naşerif’e değil, Hoca’ya saldırıyor.
Öyleydi o devirde. Bir tek askerin durduğu yer doğruydu.
Patronlar, CEO’lar, Genelkurmay koridorlarında geziyordu, hükümete iş yaptırabilmek için.
Çok ilginç. Askerden papara yemek, askere itaat etmek, vitamin gibi geliyordu ‘darbe terbiyesi’ almış siyasetçilere, ‘Hopdediks’ gibi, doğduğu gün brifing kazanına düşmüş gazetecilere.
Yani, şimdi Başbakan’a mırın kırın edenler var ya... Asker deseydi onlara ‘üç çocuk’, şimdi yanlarında üçer ergenle geziyor olacaklardı!
Hiç kimse düşünmedi, bu yapılanlar suç.
Kimse demedi, bu yapılanlar ayıp.
Bunlara ceza verilemezdi.
Ceza vermek ne kelime, bunlar ifadeye çağrılamazdı. Çağırılsa bile, vekili, hakimi, savcıyı takmazdılar, gelip mecliste, mahkemede iki kelam etmeye tenezzül etmezdiler.
La yüs’eldiler, soru sorulamazdı.
Yan bakılamazdı.
Her şeyi düşünmek yasak, darbe yapmayı düşünmek, siyasileri hapse tıkmayı düşünmek serbestti.
Her şey sorgulanır, 27 Mayısçılar’ın, 12 Eylülcüler’in, 12 Martçılar’ın, 28 Şubatçılar’ın, Ergenekoncular’ın işlediği cinayetler sorgulanamazdı.
Daha doğrusu, onların işlediği cinayetlerin hesabı da ‘dinci’ diye, ‘irtica’ diye yaftaladıkları müslüman insanlardan sorulurdu.
Kendi işledikleri Danıştay cinayetinde, cami avlusunda bakan kovaladılar. (Kovaladıkları bakanlardan biri, bir gitti, pir gitti. Hala gidiyor.)
Bundandır, darbeseverlerin, darbecilere verilen cezalara şaşmaları!
Adalet.
Bu suçları işleyenlerin, suçlarıyla mütenasip cezalarla cezalandırılmasıdır adalet.
Mahkumların aldıkları ve ‘almadıkları’ cezalara, mahkum olanların isimlerine, sıfatlarına baktığım zaman, ‘acaba?’ dediklerim var. Ama, benim acabalarım işe yaramaz.
Biz adaleti isteyebiliriz. Suçluların cezalandırılmasını, masumların özgür olmasını isteyebiliriz.
Dilerim, hiç kimse, adaletin gerektirdiğinden fazlasıyla cezalandırılmamış olsun.
Dilerim, zulmedilmemiş olsun.
Zulmeden, dünyada belki yakayı kurtarır, ama Ahiret’te, kaçacak yer bulamaz.