Allah, Allah... Eskiden Amerikalı diplomatlar görüşmelerini kapalı kapılar arkasında yapar, siyasi görüş açıklayacağı zaman “Lütfen bana atıfta bulunmayın” ricasında bulunurlardı...
28 Şubat (1997) sonrasında ülkesini Ankara’da temsil eden büyükelçi, seçimle işbaşına gelen yönetimlere siyaset-dışı müdahale edilmesine karşı olduklarını söylediğinde, bunu, “Türkiye’nin müttefiki önemli bir Batı ülkesinin büyükelçisi bana dedi ki...” sisi arkasına saklayarak yazardım.
Hep ricası üzerine kullanılmıştır o sisli giriş...
Francis Ricciardoneseleflerinden farklı bir diplomat... Ülkemize geldiğinden bu yana pek çok kez uyarılmayı hak edecek açıklamalar yaptığını biliyoruz. Türkçeye hâkimiyeti sayesinde imalı da konuşabiliyor; yabancı olduğundan ‘iması’ yanına kâr kalıyor...
Daha önce Afganistan’da ve Irak’ta büyükelçilikler yaptığı için Türkiye’ye bakışı ‘oryantalist’; bugünkü Türkiye’yi ve halkını gençlik günlerinde tanıdığı Türkiye ve halkı sandığını pek belli ediyor...
Anamuhalefet partisi liderinin “Arkamızda ABD var” mesajına konu mankenliği yapmayı kabul etmesini yoksa nasıl anlayabiliriz? Bir ayda iki buluşma ve iki fotoğraf...
Bazı politikacılarımız ‘ABD desteği’ konusuna haddinden fazla değer verir... Zaman zaman Amerikan yönetiminden tanıdığı olduğunu sandığı kişilere yaklaşıp “Beni tanıştırsana” diyenler tanıdım. İşi-gücü Washington’da birileriyle Ankara’daki bazı politikacılara ‘kanal’ teşkil etmek olan kişiler bile vardır Ankara’da...
Selefi olan büyükelçiler Ricciardone gibi siperden baş göstermek yerine kıdemi düşük diplomatları cepheye sürerlerdi. Kıdemsizler Meclis’e gider, hedef seçtikleri politikacılarla görüşür, ne söylemeleri gerekirse söyler, aldıkları cevapları âmiri durumundaki büyükelçiye sunarlardı...
Nereden mi biliyorum? Bunlardan birinin peşine fena halde takılmıştım da ondan...
Irak’ı işgal etmeyi kafaya koymuş, sevmediği politikacılardan oluşan yeni Ak Parti hükümetini de birkaç aşamalı ayak oyunuyla iktidardan uzaklaştırmaya yarayacağına inanarak 1 Mart (2003) tezkeresinin Meclis’ten geçmesini istiyordu ABD...
Tezkere geçince ülkeye 60 bin Amerikan askeri gelecek, bunlar çok sayıda liman kentimizden giriş yapacak, Irak’ta kan akmaya başlayınca özellikle o kentlerde ABD-karşıtlığı yükselecekti... Şimdilerde Suriye’de, o dönemde ve şimdi Irak’ta terör estiren el-Kaide türü örgütler, ‘işgalci ABD’ye yardım ve yataklık yaptığı’ için Türkiye’yi de kana bulayacaklardı...
Zaten birileri de siyasi iktidara ‘balyoz’ indirmeye hazırlanıyordu o günlerde...
Kulis’te kendisinden ‘Alman soyadlı’ diye söz ettiğim bir Amerikan diplomatı her yerde fink atıyordu: Meclis koridorlarında dolaşıyordum, karşıma çıkıyordu... Özellikle tezkereye iyi gözle bakmayan Ak Partililer ve ‘red’ oyu kullanacaklarını ilân etmiş CHP’liler üzerinde çalışıyordu...
Yanında kendisini ‘stratejist’ diye tanıtan biriyle birlikte...
Durur muyum? Ben dursam, kalemim durmaz... Başlamıştım ‘Alman soyadlı diplomat’ kodadını verdiğim Amerikalı hakkında yazmaya...
Bir büyükelçilikte verilen davette yanıma kadar gelip sırf Kulis’i erkenden okumak için sabahın ilk ışıklarına kadar gözünü kırpmadığını söylemişti; “Neler yazıyorsun!” serzenişiyle...
Çok şükür ‘1 Mart tezkeresi’ geçmedi. Sebep olduğu huzursuzluğun farkına varan büyükelçilik kendisini göndermeye kalktığında “Ayrılırım da gitmem” dediğini, kendine Ankara’da iş aradığını hatırlıyorum. Bir günlük gazetede yazma imkânı bile aramıştı...
Türkçesi buna yeterliydi de...
Şimdi ise kamuoyumuzun karşısına bizzat Büyükelçi Ricciardone çıkıyor... Hayra alâmet mi saymalıyız, yoksa başka bir şeye alâmet mi?
Kemal Kılıçdaroğlu ile öğle yemeği büyükelçilik rezidansında yenilmiş... Parti adına Faruk Loğoğlu, “Bugünlere denk gelmesi tamamen tesadüftür” demiş... CHP ve lideri açısından gerçekten ‘tesadüf’ olabilir de, karşısındaki ABD büyükelçisi için de ‘tesadüf’ sayılır mı acaba?
Operasyonun emniyet müdürü, vali, içişleri bakanı ve başbakan tarafından başlamasından ve nice sonra öğrenildiğini biliyoruz; ABD’nin dünyaya uzanan kulakları o saatten önce kapalı mıydı acaba?