İlk iki maçtaki fiyaskodan sonra yaşadığımız futbol küskünlüğü yüzünden, Letonya karşılaşmasının hiçbir cazibesi kalmamıştı. Üçüncü maçımıza sıfır puanla çıkmak, moral bozucuydu. Evet karşılaşmanın cazibesi yoktu ama, önemi vardı. Çünkü mutlaka kazanmalıydık.
Rakibimiz, bizi geçmişte Avrupa Şampiyonası grup maçlarında elemiş bir ekip olmasına rağmen; genel kalitesi düşüktü... Bunun getirdiği bir avantajla; maçın dominant tarafı olduk. Evet, atak üstünlüğümüz vardı... Şut üstünlüğümüz vardı... Topla daha fazla oynama üstünlüğümüz vardı... Ama bütün bu üstünlüklerden, çıkması gereken sonuç bir türlü çıkmıyordu.
Çünkü dağınıktık. Kime nasıl, ne zaman ve niçin pas vereceğimizi önceden projelendirmediğimiz için; pozisyonun gelişimindeki rastlantılara umut bağlıyoruz. Biz genel olarak zorda kaldığımız için pas veriyoruz. Ver-kaç yok... Gölge depar yok... Aldatıcı koşu yok... Ara pası yok... Defansın arkasına adam kaçırma yok...
Bunlar olmadan nasıl olacak?
Bilal’in yaptığı gibi, pozisyon oluşmadan ve kişisel tercihi ile uzaktan vurarak olur. Gol çok güzeldi ama, takımın attığı bir gol değildi. Kişisel beceriyle oluştu.
***
Zaten bu golün sevinci de fazla uzun sürmedi. Ozan’ın müdahalesi haklı bir penaltı kararını ve ardından golü getirdi. Oyunun beraberliğe gelişi haksızlık değildi. Biz hızlı olayım derken telaşlı oynamamıza rağmen, onlar soğukkanlı tavırlarını hiç bozmadı. Genel olarak daha etkin değillerdi ama, daha takım gibilerdi. Ayrıca pozisyona da girdiler.
Türkiye, Letonya karşısında bile bu denli zorlanıyorsa; gruptan çıkma için taşıyacağı umudunu, Kaf Dağı’nın arkasına ötelemiş demektir. İzlanda’ya bak, önüne geleni içerde-dışarda deviriyor. Daha gol yemedi... Çekler desen, onlar da 9 puana çıktı. Bize Letonya bile kafa tutuyor.
Kalite açısından yerlerde sürünen Türkiye ligi, işte sana ancak bu kadar bir milli takım çıkarabiliyor.