İdare Hukuku hocalarımız; ''nimetlerle külfetler birbirine bedeldir'' derlerdi. Devletin, yönetsel hakkından doğan, adaleti sağlama görevini izah ederlerken...Devleti, hakların ve hürriyetin teminatı olarak tarif edebilmek, adaletin ve faziletin somut anlamda göstergesidir. Bunun tam aksi ise, devleti haklar ve hürriyetler konusunda mütecaviz, kısıtlayacı bir temada tarif eder ki, buradan adalet de fazilet de neşet etmez.
Türkiye'mizin güçlü olmasını sadece bir savunma meselesi olarak görüyorsak yanılıyoruz. Türkiye, kendi iç alemine adaleti temin etmek adına da güçlü olmalıdır. Tüm vatandaşlarımızın, tek tek her birimizin ''insan onurunu'' koruyabilmek adına güçlü olmak zorundadır...
İnsan onuru kavramı, iki temel içerikle anlam kazanır. Birincisi insan hakları bilinci çerçevesinde, insan oluşumuza has, doğuştan, vazgeçilmez ve devredilmez haklarımızın devlet tarafından tanınması ve korunmasıdır . İkincisi ise, bu hakların somut mahiyet kazanarak hayatın içinde karşılığını bulması hadisesidir ki buna da insan hürriyeti bahsi diyoruz. Haklar ve hürriyetler olmazsa, orada insan onuru da olmaz...
Bugün dünyanın pek çok yerinde ağır insan hakları ihlalleri var; savaş, terör, işgal, kötü yönetim gibi çözümlenmeyi bekleyen büyük meseleler altında ezilen insanlar ve toplumlar, ne yazık ki insan onuruna yaraşmayacak durumlara düşmektedir...
İnsan onurunun iki temel unsuru olarak insan hakları ve hürriyetleri, ancak güçlü bir devletin ve güçlü bir toplumun sorumluluğunda, garantörlüğünde söz konusu olabilir.
Hz.Ömer'in ifadesiyle; ''Adalet, mülkün temelidir'' anlayışımız, devletin hukuk devleti olması zorunluluğunu ifade eder. Bu öylesine bir zorunluluktur ki; ''beka'' dediğimiz varoluş denklemimizin özüdür. Nasıl güçlü devlet olunur sorusunun cevabını siyasetnamelerimiz, ''adaletle kaim olunur'' şeklinde vermişlerdir. Güçsüz devletten adalet sadır olmaz. Güçsüz devletin hukuk güvenliğini üretmesi ve koruması imkansızdır. Ne içeride ne dışarıda kendine veya vatandaşının hukukuna yönelik hiçbir saldırıya cevap veremez... Can, mal, akıl, nesil, din emniyetini sağladığı surette güçlü olur Türkiyemiz. Güçlü olduğunda da vatandaşına adaleti ve onuru sağlar.
Türkiye vatandaşının hukuku için güçlü olmalıdır...
2000li yıllarda yaşadığımız nano teknolojik devrim, geçen bin yıl içinde alışık olduğumuz pek çok kavramı altüst etti... Bunlardan biri de dış politika ile iç politika arasındaki uzak ve ayrık mesafe daha esnek ve geçirgen hale geldi. Küreselleşmenin yeni modüler dili, dünyayı küçük bir gezegen haline döndürdü... Adeta dünya bir mahalleye, Devletler de birer mahalle sakinine dönüşürken, Dış politikadaki aktif katılımlar, hareketlilikler, iç politikaya da anında yansıyarak, kötümserlik veya umut olarak etkileşim yayıyor. Biz güçlü bir Türkiye isek şayet, Dünya'da da güçlü oluyoruz. Biz birliğini dirliğini kuramamış kendi iç sorunlarıyla boğuşan bir toplum isek, Dünya'daki gidişatta da etkin olamayız...
Adaleti sağlamak, gerçekleştirmek, yaygınlaştırmak, müessese kültürü haline dönüştürmek zorundayız...