Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 1930 yılında Başbakan İnönü’ye yazdığı yazıda; gazetesinde kendisini eleştiren ‘hasmı’nı ‘düello’ya davet etmekten kaçınmayacağını da ekliyordu! Adalet, düelloda sağlanabilirdi belki de…
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 30 Temmuz 1930 tarihinde, Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazdığı bir yazısına; Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)’nin kurulmasına çok az bir zaman kala; “pek muhterem paşa hazretleri” iltifatıyla başlamayı uygun görmüştü. Bozkurt, Adalet Bakanı olarak, bu sırada bile basından şikâyetçiydi. Elbette onun bir muhalefet partisine ve onun destekçisi bir basına tahammülü olmaması doğaldı. Üstelik daha SCF bile kurulmamıştı! Şimdi Bozkurt’un bizzat Başbakan nezdindeki şikâyetlerine bir kulak verelim isterseniz…
Bozkurt’un talebi
Bozkurt, iki gazeteden ve bu iki gazetenin yayınından dolayı hayli şikâyetçiydi. Bu gazetelerden biri, Ârif Oruç’un Yarın gazetesi idi. Yine Star gazetesinde bir süre önce yayınlanan yazımı (“Mahmut Esat Bozkurt ve İfade Özgürlüğü Anlayışı”; 24 Ocak 2015) hatırlayanlar, kimden ve niçin şikâyetçi olduğunu bileceklerdir. Bir diğer şikâyetçi olunan gazete ise, Son Posta idi. Bozkurt, bakan olarak, bu iki muhalif gazeteden niçin şikâyetçiydi sorusunu soracak olanlara da hemen yanıt vermeye çalışayım…
Bozkurt, İsmet Paşa’ya yazdığı yazıda; söz konusu gazetelerin yayını dolayısıyla dava açılmış olduğunu ve bu yazıların mahkemede mahkûm olduğunu hatırlatıyordu. Mahkûm olanlardan birisi de, Haydar Rıfat idi.
Haydar Rıfat kimdir?
Haydar Rıfat, tek-parti döneminin ünlü solcu yazarlarından ve çevirmenlerindendir. 1930’lar ve 1940’larda çok sayıda sosyalist kitap ve broşür çevirmiş ve yayınlamıştır. Elbette bu yayıncılık faaliyeti, çok kez mahkemelerde ve hapishanelerde sonuçlanmıştır. Bu son cümleyi vurgulamak isterim; çünkü, bir süre önce yine Star gazetesindeki bir yazımda (“Rasih Nuri İleri: ‘Atatürk ve Komünizm’”, 20 Aralık 2014) belirttiğim gibi, yine ünlü komünistlerden Rasih Nuri İleri, yazdığı bir kitapta, bu dönemi sosyalistler açısından ‘altın yıllar’ olarak tanımlarken, sanırım bu türden mahkûmiyetleri pek de anımsamak istemiyordu!
‘Bıçak kemiğe dayandı’
Bozkurt, yazısına şöyle devam ediyordu: “İtiraf edeyim ki, yine bıçak kemiğe dayanmaya başladı. Mahmut Esad’ın böyle neşriyatı ve bu gibi tecavüzleri hazmedecek kabiliyette bir adam olmadığını aziz liderimin bildiğini tahmin ederim.” Adalet Bakanı’nın hazımsızlığının sonucu ne olabilirdi diye soralım ve yanıtı, yine onun kaleminden öğrenelim: “Son Posta ve Yarın gazetesi, efendimize hakkımda vâki son yazıları ile, kanun karşısında ağır bir vaziyete girdiler.” Adalet Bakanı’nın gazeteciler hakkındaki bu hükmü, herhalde ‘bağımsız yargı’nın ne anlama geldiği konusunda hiçbirimizde en küçük bir kuşku bırakmayacaktır!
Düelloya davet var
Bozkurt, meseleyi bir haysiyet meselesi haline getirmişti bile… Şöyle yazıyordu: “Eğer memlekette düvello [düello] hoş görülür bir şey olsaydı; eğer bu adamlar düvelloya davet edilebilir bir şeye benzeselerdi; ona da tevessül ederdim. Mahkemeleri yormazdım. ”
Bozkurt, çok sinirlenmiş olmalıydı; memleketin gelenekleriyle bağdaşmadığını düşündüğü düelloya bile tevessül ettiğine göre… Yine de düelloya davet edilemeyecek kadar düşük seviyeli insanlarla bu bile yapılamazdı. Adalet Bakanı, bazen gazeteciler hakkında dava bile açmıyordu. Fakat bu, onun pek de hoşgörü sahibi olduğuna işaret sayılamazdı. Aksine, Bozkurt, bir yazısı dolayısıyla Yunus Nadi’yi asla affetmeyeceğini vurguluyordu. Hatta zamanı geldiğinde kendisinden hesap soracağını da belirtiyordu. Ama bu ‘hesap sorma’ işlemi, tam olarak nasıl olacaktı; burası belirsizdi işte… Adalet Bakanı’nın bile yargı mekanizması dışında bir ‘hesap sorma’ girişimini hoş gördüğü bir dönemdi bu galiba…
‘Efendimiz’
Adalet Bakanı’nın yazısında ikinci kez geçen ‘efendimiz’ hitabı da, ayrıca yadırgatıcıdır. Osmanlı döneminde bu sıfat, ‘padişah’lar içindi. Cumhuriyet döneminde ‘efendimiz’ kalmamış olsa gerekirdi. Ama Bozkurt, Başbakan İsmet İnönü’yü ‘efendimiz’ olarak tanımlıyordu. Devam edelim en iyisi: “Efendimizi hareketlerinden birkaç saat evvel bu iki gazete hakkındaki noktai nazarımı bildirmek ve emirlerinizi telâkki için aramıştım. Meşgalelerinin kesreti [İşlerinin yoğunluğu], buna mani oldu. Ne istediklerini, kimlere ve kimlere âlet olduklarını, bana niçin çatmakta devam ettiklerini çok iyi bildiğim bu iki çapaçulu, gerilerindeki başbuğları ile beraber yere vuramayacak kadar zaif [zayıf] değilim.”
Bozkurt için kendisine yönelik her türlü eleştiri, olsa olsa ‘hain muhalefet’in işiydi. ‘İrtica ve ihanet’in kendisiydi! Ama dahası da vardı: Bozkurt’un “efendimizden tek bir istihamı” vardı. O da şuydu: “Ben düşmanları haklarım; yalnız siz beni dostlardan siyanet ediniz [koruyunuz]!” Düşmanları olan ve onları ‘haklamak’tan hiç çekinmeyen Adalet Bakanı, elbette tarihe ‘devrimci’ olarak geçmeyi hak etmiştir artık! Sanırım, Bozkurt, bu cümlesiyle, Başbakan İnönü’nün kendisine yeterince kalkan olmamasından şikâyetçi idi, aynı zamanda…
Gelelim komünistlere; hani şu ‘altın çağı’nı yaşamakta olan komünistlere… Bozkurt, bu konuda da şöyle yazıyordu: “Altı senedir Cumhuriyet kanunları ile beni her gün karşılarında bulan muhalifler, yakalarını silken komünistler, altı sene fasılasız takip edilen mürteciler, ecnebiler, suikastçılar, hırsızlar, elbette Mahmut Esat’tan yorgundular. Beni affetmeyeceklerini biliyorum. Belki bir bakıma haklıdırlar da. Çünkü, ben onları affetmedim ve etmem… Hatta devlet kudreti kisvesini bir tarafa bırakarak, sade bir vatandaş kalsam da, sıra bana gelirse, kendilerinden memleketin hesabını soracak kadar zindeliği nefsimde bulacağım.” Bakan yazısını şöyle bitiriyordu: “hürmetle, tazimle ellerinizden öperim efendimiz…”
Haydar Rıfat’ın mahkümiyeti
Haydar Rıfat, Cumhurbaşkanı Atatürk’e, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u şikâyet eden iki mektup yazmıştı. Haydar Rıfat’a göre, Adalet Bakanı Bozkurt, özellikle gazetecilere karşı yanlı davranıyordu. Bozkurt da, bu mektupları gerekçe göstererek, Haydar Rıfat aleyhine hakaret davası açtı. Haydar Rıfat da, Adalet Bakanı’na hakaretten iki yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bozkurt’un bakanlıktan alınması
Bozkurt, daha SCF macerası devam ederken, 21 Eylül 1930 tarihinde bakanlık görevinden istifa ederek ayrıldı. Haftasına kalmadan yeni kurulan hükûmette ise, artık bakan değildi. Bir daha da hiçbir zaman bakan olamadı. Ama milletvekili olmayı ölümüne kadar sürdürdü. Bakanlıktan sonra bu yazısında belirttiği ‘hesaplar’ını kapattı mi, bilemiyoruz. Ama elimizde bulunan bir iki küçük yazışma, istifasından hemen önceki vaziyete ilişkin belki bir fikir verebilir.
İnönü, 2 Ağustos 1930’da Bozkurt’un denetim ve istirahat için Ankara dışına çıkmasına izin vermişti. Ardından 9 Eylül’de de bu kez Bozkurt, Ankara’da gerçekleşecek olan bakanlar kurulu toplantısı için emir aldığını belirtiyordu. Bozkurt, denetimlerinin sürdüğünü ve bu sırada dinlenemediğini belirterek, bu toplantıya katılmamak için izin talep ediyordu. “Mutlaka hareketi lâzımsa, [Başbakanın] emirlerini bekliyor’du.
Öyle görünüyor ki; Bozkurt, İnönü’nün kendisine yeterince destek olmadığı kanısındaydı. Yazışmalarındaki üslûp, bence buna işaret ediyor. Galiba Başbakandan yeteri kadar destek ve yardım göremediğini düşünüyordu. Bu da yazısında serzenişli ifadelere neden olmuştu. Yeniden bakanlığa atanmayışı da, onun bu değerlendirmesinin geçerli olduğunu göstermektedir sanırım…