'Ölüm en derin sessizlik, en büyük bilinmezdir; muammaların muammasıdır. Sonsuzluktan bir çekirdek olan Ben'imiz, Allah'ın kudret elinde şekillendiği için ölümsüzdür; fânilik onun dünyayla olan irtibatına yansımıştır, özüne değil. Ruhumuzun dünya hayatı fânidir; ancak özü, çekirdeği yahut ruhun bizatihi kendisi ebedîdir. Ölümün bir girdap gibi varlığımızı yutması ruhumuzun ölümlülüğünü göstermez. Göstermez çünkü ölüm ancak fâni varlığımıza zarar verebilir; ebediyetten bir soluk olan gerçek varlığımız yine ebediyete intikal eder. Ölüm fikrini, fikirler kâinatımızın merkezine yerleştirerek dünyaya baktığımızda dünyanın ve hayatın güzelliklerini çok daha iyi algılayabilir, hayatın bize neler sunduğunu fark edebiliriz. Dolayısıyla ölüm bize ebediyetin kapısını açtığı gibi, hayatın ve dünyanın da kapılarını açabilir.'' Senail Özkan, Ölüm Felsefesi adlı eserinde böyle söylüyor... Senail beyin ağabeyi Zülfikar Özkan bey benim lise öğretmenlerimdendir, ölümle ilgili ilmi çalışmasını tamamladığında -eserleştirdiğinde- kardeşinin saçlarının ağardığını söylemişti. ''Kolay değil, ölüme yolculuktu onunkisi...' demişti.
Kaçımız ölümü düşünüp aklımıza getiriyoruz? Ekranlarda coşkuyla ölüm haberlerini okuyan bir spikerden farklı olarak, ölümü kaçımız düşünüyoruz. Oysa ölümü düşünmek, durup, dikkat kesilmeyi de gerektiriyor. Ölüm dikkatine vakit ayırmayı...
Felsefe ve dinin dışında ölümden bahseden, onu irdeleyen neredeyse yok gibi. Günlük hayatımızın dışında, günlük dilde yeri olmayan, şehir yaşamına uzak, profesyonel dünyanın asla düşünmek istemediği, huzur kaçıran, neşe bozan, hışım gibi geldiği yerde çiçek solduran, dal kurutan bir kelime: Ölüm... Zincirlikuyu'daki kabristanın girişinde yazılı: 'Her nefis, ölümü tadacaktır' tabelası bile -ki ayettir- moral bozucu olduğu için, oradan kaldırılmak istenmişti... Seküler yaşamın, hız ve haz ikilemine mahkum ettiği insanlık için ölüm, haz vermediği kadar hızı da kesen, bakışı geriye düşürten, gerici bir konu...
Hele ki sanatta... Ölüm, dramatik veya trajik bir son olmanın dışında, hep kenarda veya üsttedir, çok karıştırılmaz hayatın da sanatın da içine. Bu sebeptendir ki, Kamil Yeşil beyefendinin 'Acı Kaybımız'' adlı öykü kitabı beni ziyadesiyle şaşırttı, sarstı. Daha ikinci öyküsünde topitop yedikten sonra vefat eden bir çocuğu hikaye etmiş. Gençlerin ve çocukların ölümü kadar yürek dağlayan ne olabilir? Cesaretle gitmiş üzerine. Çocukların vefat ederken iyi, güzel, tatlı, komik şeyler göreceğini sezen güçlü bir edip sezgisi olarak kabul ettim bu öyküyü... Sanki bu kitapla, Ölüm Meleği insanların arasına karışıyor, güncelleşiyor ölüm, normalleşiyor ölmek. Her doğan ölür çünkü.
Hayatı dallı budaklı, yapraklı, sarmaşıklı görkemli bir ağaca benzetiyor yazar. Oğulların, kızların parlak, gümrah yaprakları arasından, torunların tomurcuğu andıran yaprakçıklarına göz atarken, artık düşmeye yaklaşmış yapraklar olarak görüyor insan kendisini. Olsun, yaşanmışlıklar var, çekilmiş değerli çileler, geçilmiş merhaleler, atlatılmış badireler. Ölümü düşününce, hayat da değerine değer katıyor aslında.
Kitapta ölüm, tıpkı hayat gibi, en iyi haliyle en çok evde anlatılıyor, aileyle, eş-dostla. Kamil Yeşil, ölümü, garip bir şekilde huzurla anlatıyor. Elbette her ölüm yarım kalmış hevestir. Ama yazarın ustalıklı anlatımıyla, rüya ve ahiret de giriyor devreye. Yani başka alemler. Dünya tek evren değil... Kitabı okurken sayfalar içinde, kendi ölümü de geçiyor insanın gözlerinden. Bu haliyle bir ölüm rabıtası gibi her bir öykü, ahiretle irtibatı kurmaya zorluyor insanı.
Yazar Kamil Yeşil kadar MUHİT Kitap'ı da tebrik etmek gerek. Herkesin birbirine buyurgan edalarla bağırmayı pek sevdiği, makama mevkiye tutkuyla sarılmayı hedef bildiği bir demde, kitap çıkartmak ve üstelik ölümün öyküsünü yayımlamak, her babayiğidin harcı olamasa gerek.
''İnsan meğer ölümden değil, ayrılıktan korkuyormuş. Bırakıp gitmekten. Eşini, oğlunu, kızını, dostlarını, malını, makamını ve kitaplarını' diyor arka sayfada. Benim bugünkü sorum da bu olsun okurlarıma: ''Ayrılmaktan en çok korktuğunuz şey nedir, neyi bırakmaktan korkuyorsunuz en çok?'