Benim dönüp dolanıp mütemâdiyen ve kendini tekrâr eden bir yazar olma tehlikesini bile göze alarak gayrı-muayyen aralıklarla hep değindiğim, kendimi değinmek zorunda hissetdiğim bâzı konular vardır. Buna sebeb, hayâtî önem atfetdiğim bu hususları kimsenin iplememesinden doğan üzüntü, hattâ ne yalan söylemeli, öfke hâlidir.
Kısaca üç örnek vereyim:
1970’lerden beri her fırsatda Anadolu’dan Kuzey Kıbrıs’a iki denizaltı hattıyla su ve enerji aktarılmasının fevkalâde yararlı olacağını söyleye söyleye dilimde tüy, kalemimde mürekkeb bitdi! Kıbrıs Türk Kesimi’nin daha başından beri su ve elektrik sıkıntısı yaşadığını bilmeyen olmadığından emînim. Güney Anadolu kıyılarından Akdeniz’e gürül gürül boşuna akan onca ırmağımız ve bizzat artan enerji açlığımıza rağmen bu işe de yetebilecek barajlarımız hazır dururken bunları yapmamak, bana göre sâdece Ada’daki soydaşlarımıza karşı beşerî bir görev değil, ilâveten son derece ehemmiyetli bir stratejik kozdu da. Zîrâ o su ve enerji sâdece Ada’nın kuzey kesimine değil Rum bölgelerine de hayat verecek ve o bölgeleri Türkiye’ye bağımlı kılacak iki unsurdu. Bunu Yunanlıların yapması coğrâfî olarak imkânsızdı!
Türkiye ise, 70’lerdeki çok daha kısıtlı teknik imkânlarına rağmen bunu yapabilecek kapasiteye sâhibdi!
Ekonomik menfaatler ideolojik mülâhazalara dâimâ galebe çaldığına nazaran böyle bir ilişki Kıbrıs Problemi’nin nihâî çözümüne de katkı sağlayabilirdi.
İkinci örnek Osmanlıca ile ilgilidir. Bir “Öztürkçe” manyaklığı yüzünden yirmibeş yılda dünyânın en zengin ve âhenkli dillerinden birini üçyüz kelimelik bir mahalle arası lehçesine çevirdikden sonra bu gidişe son anda dur diyebilmek için okullara “toplam” ellişer saat kadar Osmanlıca dersleri konulmasını tezini savundum hep. Bunun için başka derslerden kısıntıya bile gerek olmadığını ve yalnızca yıllık ders günü sayısını 180’den 190’a çıkararak bu problemi de halledebileceğimizi anlatmaya uğraşdım. Batı Avrupa ülkelerinde yıllık ders günü sayısı 220 gün civârında!
Üçüncü örnek ise, 1991’de Sovyetler Birliği göçüp ortaya bizden başka Türk dilli daha beş bağımsız devlet ve Rusya içinde muhtelif özerk bölgeler çıkınca bunlar için Latin alfabesi temelli ortak bir yeni alfabe kullanımıyla ilgiliydi. Onlar Kiril kökenli alfabelerinden kurtulmak istiyorlardı ama onun yerine ne alacaklarını henüz bilmiyorlardı.
Ulaşabildiğim her etkili ve yetkili kişiye, bunu için bizim onlara Türk klavyeli dörder beşer yüz daktilo “hediye” ederek meseleyi pratik olarak kendiliğinden çözebileceğimizi anlatmaya çalışdım. Çünki ziyâretlerimden ve araştırmalarımdan biliyordum ki hiçbir şeyleri yokdu! Bana bir kültür bakanı “Tûrancılık yapmıyoruz!” şeklinde zekâ âbidesi bir cevab verdi. Oysa aynı alfabenin basın-yayın hayâtımızı nasıl canlandıracağını öngörebilmek için uzman olmaya da gerek yokdu. Bu sâyede Türkçe, tıpkı İngilizce/İspanyolca/Arabca vs. gibi yaygın bir ortak edebî dil hâline gelebilecekdi!
Derd anlatmaya uğraşdığım bâzı şahıslar beni sonuna kadar dinlemek zahmetine bile katlanmadılar. Bu bakımdan o kültür bakanı aslında ilgi gösterdi bile denilebilir, çünki hiç değilse cevab vermeğe tenezzül etmişdi!
Son günlerde üç gazete haberi, fazla büyük verilmemesine rağmen benim ilgimi çekdi:
Kıbrıs’a denizaltından bir su hattı döşenmesi düşünülmeğe başlanmışdı. Ayrıca ortaöğretimde Osmanlıca dersleri de okutulsa acabâ nasıl olur şeklinde bir düşünce ortaya atılmışdı.
Bir de bilmem-ne komitesi adlı bir kuruluş, bütün Türk lehçeleri için ortak bir alfabe oluştursak sakın ola ki iyi eder miyiz meselesini ele almaya mı ne karar vermişdi.
Aman, bu işleri birkaç sene daha düşünelim! Öyle pat diye girişmeyelim!
Mâlûm, acele işe Şeytan karışır!