Türkiye’nin, Anayasa Mahkemesi’ni (AYM) ve buna bağlı olarak şu ‘hukukun üstünlüğü’ ve kuvvetler ayrılığı gibi kavramları tartışmaya başlamasının oldukça hayırlı bir uğraş olduğunu düşünüyorum. AYM Başkanı’nın cuma günü yaptığı konuşma ile de, belirginleştirdiği tartışma, kesinlikle Başkan’ın kişisel, subjektif duruşu değildir. Bu tartışma, Anayasa Mahkemesi ile temsil edilen, Türkiye’nin geride bırakmakta olduğu vesayetçi düzen ile gelmekte olan yeni demokratik sistem arasındaki son kurumsal tartışmalardan birisidir.
Bütün geçiş dönemlerinde ve ileriye dönük dönüşümlerde ‘hukuk’ kavramı, eskiyi savunan soyut ve içi boşaltılmış bir gemi aslanı olarak ortalıkta dolaştırılır.
Böyle dönemlerde ‘hukukun üstünlüğü’ demek geride kalanın, çürümüş olanın, eskinin hukuku ile sonsuza kadar mutlak olmasını istemek anlamına gelir. Şunun da suyunu çıkardılar; ‘evrensel hukuk normları’... Bu kavramı, şimdiye değin, ayaklar altına alanların hele hele 82 Anayasası’na varlıklarını bağlamış olanların savunması da, bu ülkenin acı kaderi işte...
Şu anda, insanlığın binlerce yıldan beri savaşlarla, sonu gelmeyen uğraş ve mücadelelerle elde ettiği kazanımları, moral değerleri hak olarak hangi dünya ve kimler savunuyor? Evrensel hukuk normları ve insan hakları deyince, bunları Batı’nın ortaya çıkardığını sanıp burayı işaret etmek, işte tam bugünlerde, yalnız Mısır’a ve Suriye’ye bakınca bile, insanlığa hakaret anlamına gelir. Evrensel Hukuk denen müessese eğer ki varsa, bu hiç şüphesiz ki, yeni bir merkez ve yeni kurallar, kurumlar olursa artık ayakları üzerinde durabilecek.
Kuvvetler ayrılığı mı, kuvvetler birliği mi?
Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, her şeyin silinip yeniden yapıldığı bir dönem bu dönem ve hiç kimse öyle Batı’nın ‘kuvvetler ayrılığı’ gibi içi boşaltılmış yalanlarına sarılıp da eskiyi savunmasın... Peki, nereden çıktı şimdi bu, eskiyi devam ettirmek isteyen her kurumun ve çevrenin savunduğu ‘kuvvetler ayrılığı’... Bu kavram, çok özgün bir örnek olan İngiltere’de kapitalizmin merkezileşmesi ile hız kazanır ve İngiliz burjuva devrimi, bu birliğin temeli üzerinden yükselir.
Bu birlik, cumhuriyeti, özel mülkiyeti, ‘özgürleşmiş’ emeğe karşı koruyan ‘merkezi’ cumhuriyeti ortaya çıkarır. Ama ‘birleşik’ cumhuriyet her zaman, bir ideoloji olarak da var olmuştur ki, laik devletin kaynağı budur. Bu ideoloji, farklı tarihsel dönemlerde, farklı toplumsal koşullarda ve coğrafyalarda, her yere çekilebilecek ama o anki hâkim iktidarın elinde devletin özgün duruşunu inşa edebileceği çok geniş bir alandır. İşte bu alana ve seküler ideolojik duruşa ‘cumhuriyetçilik’ diyoruz.
‘Cumhuriyet’ derken...
‘Cumhuriyetçilik’ terimi modern politik düşünce tarihinde rekabet halinde olan, sıklıkla çatışan bir dizi farklı politik eğilimi isimlendirmek için kullanıldı. Thomas Jefferson, hayatının son döneminde Amerikan Devrimi’nin ilk yıllarını ele alırken, ‘Monarşi olmayan her şeyin cumhuriyetçi olduğunu hayal ettik’ diye belirtir. İngiltere ve Fransa’daki devrimci dönemlerde de bu terim daha geniş değilse bile, kesinlikle eşit genişlikte siyasi duruşlar yelpazesini ifade ediyordu.
İngiltere’de XVI. ve XVII. yüzyıllardaki tarımsal kapitalizm, aristokrasinin kapitalist üretime geçme yönündeki istekliliği ile hayat bulmuştur. Bu ülkede aristokrasinin toprak mülkiyeti üzerindeki denetimi oldukça geniştir; ama Fransa’da olduğu gibi siyasal gücü elinde tutmaz. Ancak, İngiltere’de aristokrasinin bu merkezileşme ve kapitalistleşme çabası merkezileşmeyi ve birleşmiş bir devlet olmayı güçlendirmiştir. İngiltere’de Cromwell’in Püriten gücünü arkasına alan cumhuriyeti, yeni kapitalistlerin, tüccarların, toprak sahiplerinin çıkarları ile zanaatkârların çıkarlarını birleştirmeye çalışan bir denge iktidarı idi. Bu denge iktidarı, sistemi oluşturan hâkim güçlerin hukuki iktidar alanlarını mutlaklaştırarak korumak için, üç temel iktidar erkini (yasama, yargı ve yürütme), iktisadi alanı denetleyen egemen güçlerden şekilsel olarak bağımsızlaştırarak devletin organları arasında dağıtıp, sistemin direği haline getirdi ki, kuvvetler ayrılığının temeli budur.
Diktatörlük mü, demokrasi mi?
Bu kavram esasında John Locke, tarafından ortaya atılmış ancak yasama, yürütme ve yargı şeklinde Montesquieu ile formüle edilmiştir.
İktidar (devlet) erkinin üç temel alanda birbirinden bağımsızlaştırılarak sürekliliğin sağlanması ve ‘mutlaklaştırılması’ her şeyden önce Fransız değil, İngiliz burjuva devrimi kaynaklı olması önemlidir. Her ne kadar, burada Montesquieu’nün İngiltere’den yola çıkarak ‘Kuvvetler Ayrılığı’ formülasyonunu geliştirmesi onun İngiltere’de Kral, Aristokrasi ve Yeni Burjuvazi arasında güçler ayrılığı değil, tam aksine, bir güçler birliği ve denge hali olduğu ve tam da bundan dolayı Montesquieu’nün yanıldığı iddia edilse de, aslında tam da paradoksal olarak, geleneksel Kuvvetler Ayrılığı teorisi bu sürekli denge ve zıtların birlikteliğine dayanır. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz; ‘modern’ -uzlaşmacı ve nihayet devletçi sosyal- demokrasi tarihsel olarak bu kuvvetler ayrılığı sistematiği üzerine oturur.
Yani, bugün de ‘demokrasinin’ güvencesi masalı ile anlatılan bu teori, burjuva devletinin demokrasi adına değil ama bürokrasi ve diktatörya adına mutlaklaştırılmasından başka bir şey değildir.
İşte, İngiltere’deki bu büyük dönüşümü ‘aşağıdan’ gelen ama devrimin de en önemli taşıyıcısı olan ayak takımının eline tümden vermemek, iktidarı kazara ele geçirseler bile, yargı ve yürütme bürokrasisi gibi devletin değişmeyen güçleri tarafından engellenmeleri ve aristokrasi, burjuvazi arasındaki dengenin korunması için Montesquie’nün bugün de mutlaklaştıran sihirli formülüdür kuvvetler ayrılığı.
Sessiz Devrim dediysek de...
Ancak Türkiye’de, iktidarı elinde bulunduran ve askeri-yargısal vesayet sistemini yürüten eski Türkiye’nin sahipleri, şimdiye değin, hiçbir zaman kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi kavramlardan bahsetmemişlerdir. Tam aksine bu kavramları, eski Türkiye’de Müslümanlar, Kürtler, azınlıklar, sistem karşıtları dile getirmiş ama buna rağmen zindanlarda çürütülmüşlerdir. Şimdi iktidar ellerinden giderken, bu kavramlara sığınıp, ellerindeki gerici Anayasa ve kurumlarla burayı savunmak ve ‘güçler ayrılığı olmalı, eski denge hali devam etsin hiç olmazsa’ demek olmaz... Tamam, sizin kadar kötü değiliz, sizin bize yaptığınızı biz size yapmayacağız ama sandığınız kadar da aptal değiliz... Önce şu Anayasayı yapalım, Başkanlık Sistemi’ni halkın iradesiyle kuralım, kendi kurumlarımızı oluşturalım, onların üzerinden kuvvetler ayrılığı da olur, hukuk da... Sırayla acele etmeyin... Sessiz devrim dediysek de hepten sessiz olmayacak tabii... Kaybedenler olacak, doğal olarak...