Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendine has “Orada biz bulunmalıyız” duyarlılığıyla gittiği ve yarıda kesip döndüğü Muhammed Ali’nin cenaze törenini daha titiz değerlendirmek gerekiyor.
“Geri dönme” kararına yol açan gelişmelerin tümü sakil, ama o yaşananların bile yanında hafif kalacağı skandala tanık olmamak, orada rol almamak yine de bir şans.
Haham Micahel Lerner’in kürsüye çıkarıldığı anı düşünün.
Farzedin ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, Lerner’in karşısında dinleyici sırasında oturuyor. Ve haham şunları söylüyor:
“Türkiye’nin liderlerine Kürtleri öldürmeyi bırakmalarını söyleyin.”
Tam bir şok.
Davos’ta Tayyip Bey Şimon Peres’in yüzüne karşı “Öldürmeye gelince siz çok iyi bilirsiniz.” demişti. Şimdi onun yüzüne karşı “Türkiye’nin Kürtleri öldürdüğü”nü söyleyen bir haham çıkacaktı.
Ne olurdu bu durumda?
Muhammed Ali gibi başarılı boks hayatına taşıdığı “Müslüman kimlik” vurgusuyla dünyanın ilgi odağı olmuş bir boksörün cenaze törenine katılan tek Müslüman Cumhurbaşkanı ve onun huzurunda onun ülkesine yönelen “Kürtleri öldürme” suçlaması.
Tayyip bey ayağa kalkıp bir şeyler mi söylerdi hahama, hiçbir şey söylemeyip terk mi ederdi orayı?
Ve bütün bunların dünyadaki - Türkiye’deki yansıması nasıl olurdu?
Programı yarıda kesip dönmek evet, problemdi, ama bu sahneyi yaşamaya mani olduğu için o tavrı gene de bir şans olarak değerlendirmek lazım.
Bunları ifade ettikten sonra olayın diğer boyutlarını da değerlendirmek gerekiyor, çünkü o taraf da, bunlar kadar hayati önem taşıyor.
Bir kere hahamın konuşmasının tamamına bakıldığında, aslında acayip bir kompozisyon oluşturulduğuna tanık oluyorsunuz.
Mesela haham Lerner konuşmasında, törene Amerikalı Musevileri temsil etmek için katıldığını belirttikten sonra, “Amerikalı Museviler, Afrika asıllı Amerikalıların mücadelesinde büyük bir dayanışma rolü oynadı. Bugün de hem bu ülkede hem de dünya çapında Müslüman toplumu ile dayanışma içindeyiz. Politikacıların ya da başka birilerinin Müslümanları aşağılamasına ya da bazı (teröristler) yüzünden bütün Müslümanları suçlamasına izin vermeyeceğiz” diyor. Lerner’ın bu sözleri salonda bulunanlar tarafından ayakta alkışlanıyor.
Lerner ayrıca, Türkiye’yi suçladığı cümlenin hemen akabinde bu defa İsrail’e yönelip “İsrail Başbakanı Netanyahu’ya, iç güvenliği sağlamanın yolunun Batı Şeria’yı işgal etmeyi bırakmak, Filistin devletinin kurulmasına yardımcı olmaktan geçtiğini söyleyin.” çağrısını yapıyor.
Yani haham, “İslam karşıtı” diye suçlanmaya karşı “savunması içinde” bir konuşma planlamış ve muhtemelen bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “huzurunda” yapacağını düşünerek hazırlamış. “Müslümanları savunan” ama “Türkiye’yi suçlayan” bir konuşma metni. Yani resmen bizim “İslam dünyasının liderliği” pozisyonuna yönelik karizma çizme eylemi.
Burada üzerinde durulması gereken birkaç husus var:
Bir: Hahamın diline “Kürtleri öldürme” söyleminin nasıl girdiğinin tahlili yapılmalı. Dünyada daha hangi alanlara bu söylem nasıl ulaştı, bunu görmek zorundayız. Değilse daha başka ortamlarda da böyle bir suçlamaya en üst protokolde
karşı karşıya kalabiliriz.
İki: Bir ortamda Ak Parti’nin ileri gelen isimlerinden birisi Tayyip bey’den bahsederken “Ümmetin lideri” ifadesini kullandı. Ben de bu tür konularda “Hele bir ümmeti bulalım da, sıra onun liderini aramaya gelsin” diyorum. Bir ara “Ümmet ümmet olduğunda Filistin de Filistin olur” diye yazmıştım. Düşünelim bir, Muhammed Ali’nin cenazesini pazarlama şirketinin elinden kurtaramayan bir ümmet söz konusu. Her Ramazanı’na hüzün düşen bir ümmet söz konusu. Öncelikle ümmetin ümmet olması için çok çalışmamız lazım çok.
Üç: Gezi nasıl hazırlandı da bunlar oldu? Neler yaşanacağı önceden öngörülemez miydi? Cumhurbaşkanlığı seviyesinde taaa Amerika’ya islami - insani bir görev için gidip üzüntülerle dönmek kaçınılmaz mıydı?
Dört: Muhammed Ali için Türkiye’de, sayın Cumhurbaşkanı’nın da katılacağı büyük bir gıyabi cenaze namazı kılmak nasıl olurdu?
Her neyse, en iyisi bu yazıyı “Muhammed Ali’ye rahmet dilekleri” ile sonlandırmak.