ABD hükümeti, 16 gündür devam eden kilitten kurtuldu ve temerrüde düşme tehlikesi de böylece ortadan kalkmış oldu. ABD Hazine Bakanı Jacob Lew, daha geçen gün bir tv kanalında, ‘Kongre ateşle oynuyor, borçları ödemek için başka seçeneğimiz yok’ diyordu. Ancak, hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da, ‘Obamacare’ denilen sağlık harcamalarını merkeze koymayan tasarı onaylandı. Cumhuriyetçiler, Obamacare’in mali kaynaklarının kesilmesini sağlayamadılar ve Obama’dan bunun ötesindeki tavizleri de alamadılar. Clinton döneminde olduğu gibi, Obama’nın da taviz vereceğini umuyorlardı. Ancak tarih tekrar etmedi; 1995 ve sonrasını tekrar yaşamadık. Biliyorsunuz, Demokrat Clinton iktidarı, 1995 yılında, o zaman Fed’in başında bulunan Alan Greenspan’la birlikte, doların, mark ve yen karşısında değerlenmesi kararını aldığında -aslında- bitmişti. Çünkü değerli dolar ancak militarist ve saldırgan bir politik hatla sağlanabilirdi. ABD, siyasi gücünü ve hegemonyasını, ekonomik olarak gösteremese bile, dünyanın ‘ağası’ olduğunu göstermeli ve başta Çin olmak üzere tüm dünya, ellerindeki fazlalarla ABD kağıdı ve doları alarak ABD’yi finanse etmeliydi.
Bu, hiç şüphesiz ekonomik bir tercihten ziyade siyasi bir tercihti ama bu siyasi tercihi destekleyecek bir ekonomi ortada yoktu. ABD’de, tam bu yıllarda, şimdi Obama ile birlikte siyasi ağırlığını koyan yeni teknoloji ekonomileri öne çıkmaya başlamıştı. Ancak bu çıkışın siyasi bir iktidarla buluşması, kontrol gücünü kaybetmeye başlayan askeri-sinai yapılar için tam bir kabustu. O zaman da neoconlar, tıpkı bugün gibi, hükümeti kilitleyerek, Clinton iktidarını boyun eğmeye zorladılar ve o zaman başardılar.
Çok önemli bir veri
Bugün, elimizde yaşadığımız krize başka bir açıdan bakmamızı sağlayan çok önemli bir veri var: 1995-2005 yılları arasında üst teknoloji gurubu malların Avrupa ve Amerika ekonomilerindeki katma değer payları bize önemli bir gerçeği açıklıyor. Üst teknoloji katma değer payı, ABD ekonomisinde, 1995-2005 arasında geometrik olarak artmış. 1995 yılında yüzde 13,3 iken, 2005 yılında yüzde 54’e çıkmış. Ama bu oran Avrupa’da düşmüş. Asya’da ve gelişmekte olan ülkelerde ise yine göreli olarak artmış. Cari fazla veren gelişmekte olan ülkeler, aynı zamanda, ileri teknoloji katma değerini göreli olarak artıran ülkeler olmuş. Ancak, neoconlar Clinton’u 1995’te sıkıştırarak doları değerlendirip faizleri yükselttikleri için, ABD bu on yılda, yüksek teknoloji mallarını değerlendirememiş ve ihracatını baskılamış. Bu aralıkta, Çin ve Asya’nın öne çıktığını görüyoruz. Böylece neoconlar bir on yıl kazandılar ama bu on yıl onlara çok pahalıya patladı. Çünkü bu süreç, 2008 kriziyle onları tepetaklak ederken, Çin’den sonra G. Kore gibi Asya ekonomilerinin öne çıkmasına ve Avrupa’ya da sıçrayacak büyük krize yol açtı. İşte tam şimdi Obama, Clinton’un yaptığı tarihi hatayı yapmadı, neocon ittifakını geri püskürttü.
Tarih tekrar etmez
Tarih böyledir, tekrar eder görünür ama ‘aynı suda bir kere yıkanılır’ kuralı hep geçerlidir ve bundan dolayı da hiç bir şey tekrar etmez. O zaman tam şimdi şu soruyu sormamız gerekmiyor mu? Tarihin değişmeye başladığı ve Çin ve G. Kore gibi ülkelerin, ‘kuluçka dönemi’ dediğimiz-1995-2005- yıllarını hak etttiği gibi kullanmasına rağmen, neden Türkiye bu yıllarda uyudu daha doğrusu uyutuldu?
Bu soruya cevap vermek için bizim 1995’ten değil, 1993 yılından yani Turgut Özal’dan ve onun ölümünden başlamamız gerekecek...
1995-2005 aralığında Türkiye
Evet, Türkiye, bu aralıkta- yani çok şeyi değiştiren ve bugünleri hazırlayan 1995-2005 aralığında, yerinde saydı. Çünkü biliyorsunuz Türkiye, bu yıllara 1994 krizi ile girdi sonra 1997- 28 Şubat ve sonrasında 2001 krizi... Turgut Özal’ın ölümü, bir çok açıklanamayan olayın olduğu ve Türkiye’yi 1994’ten başlamak üzere, geriye götüren 1993 yılındaydı. Turgut Özal, doksanlı yılların başında nasıl bir değişim dalgasının gelmekte olduğu görmüştü; ABD’deki değişimi görüyor, bilgi teknolojileri odaklı yeni bir dünyanın ipuçlarını yakalıyordu. Ortadoğu’da sınırların değişeceğini, Türkiye’nin buna hazırlıklı olması gerektiğini söylüyor, Kafkasya coğrafyasındaki avantajları görüyordu. Özal, seksenlerdeki değişimin mimarlarından biri olarak, bu değişimin-daha doğrusu 24 Ocak kararlarının- en büyük eksiğinin demokrasiye değil, diktatörlüğe dayanması olduğunu da görmüştü. Ücretler, siyasi baskı ile bir yere kadar düşük tutulup ihracat için avantaj sağlanabilirdi, ihracat sürekliliği ve dışa açık bir ekonomi, ancak yüksek teknoloji verimliliği ve demokratik siyasi istikrar ile mümkün olabilirdi.
Merkez Bankası, yüksek faizle bir yere kadar sermaye girişini sağlayabilirdi. Bıçak sırtında gitmemizi hep ‘onlar’ istiyordu. Çünkü siyasette ve ekonomide bıçak sırtı, aynı zamanda, ‘birileri’ istediği zaman değişecek ya da değişmese bile o ‘birilerinin’ dediğini yapacak siyasi iktidar demekti.
Özal’ın gördüğü
Özal’ın kafasında, bunun için Kürt barışı ve demokratikleşme öncelikliydi. Irak enerji kaynakları hatta Hazar kaynakları erişmemiz gereken zenginliklerdi. Ancak bunları gördüğü oranda cuntacılarla ve onların kullandığı Demirelgillerle, derin devletle bağlantısını kesen Özal çok yaşamadı. Daha doğrusu, belki Cumhurbaşkanı olarak etliye sütlüye dokunmayan bir profil seçip, siyasete tekrar döneceğim gibi şeyler söylemese yaşıyor olabilirdi.
Şimdi bugün Özal’ın gördüğü ama görür görmez öldüğü yeri de aştık. Bunun için güçlü bir siyasi irade ve halk desteği gerekiyordu; bu ikisi de vardı ki bütün bunlar oldu. Ancak yeter mi; tabii ki hayır; ABD’nin tercihi gösteriyor ki yeni bir dünya kuruluyor; Türkiye bu dünyada yerini almalı.