Geçen hafta, Britanya’nın AB’de kalması için çalışan ve aşırı sağcı biri tarafından öldürülen İngiliz parlamenter Jo Cox, ülkedeki referandum atmosferinin değişmesine neden oldu.
Bu siyasi cinayet öncesinde Britanya’nın AB’den çıkmasını savunanların sesi daha fazla çıkıyordu. Saldırı ile ülkedeki kampanyalar durduruldu ve daha önce AB’den çıkılmasını savunanlar bile, çıkışın yaratacağı olumsuz etkilerden söz etmeye başladılar.
Çıkışın ekonomiye vereceği zarar, iş çevreleri tarafından adeta telaşlı bir kampanyaya dönüştü; toplumsal açıdan da son derece tehlikeli bir sürece işaret ettiğini savunan siyasiler ortaya çıktı. Bunlardan biri “AB’den ayrıl” kampanyası destekçilerinden Muhafazakar Parti eski eş başkanı Sayeada Warsi. Warsi, AB’den ayrılmayı savunanların ne denli ırkçı ve ayırımcı yönlere savrulduğunu, kullanılan bir afişe dikkat çekerek gösterdi. Afiş, Slovenya’da uzun kuyruklar oluşturan Ortadoğulu göçmenleri gösteren bir fotoğraf ve “kırılma noktası” sloganından oluşuyor. Yani afiş, “öteki” olarak görülen halkların Avrupa’yı Avrupa olmaktan çıkaracağını ima ediyor, böyle bir Avrupa’da da İngiltere’nin kalmasının bir anlamı olmadığına işaret ediyor.
‘Ötekiler’
Birleşik Krallık gibi AB’nin birçok ülkesinde AB’den ayrılmayı savunan siyasi partilerin hemen tümü aşırı sağcı ve ırkçı partiler. Polonya’dan Fransa’ya kadar bu partilerden bolca bulmak mümkün, üstelik toplumsal destekleri de giderek artıyor.
AB göçmen baskısı altında kalmadan önce de bu partiler AB karşıtıydılar. Brüksel tarafından yönetilmeye, sınırların kalkmasıyla ortaya çıkan “çeşitliliğe”, ulusal paraların kalmamasına karşı çıkıyorlardı. Göçmenler ise ellerini güçlendirmede rol oynadı. Aşırı sağcı partiler, AB üyesi ülkelere çatacaklarına daha dışarlıklı bir hedef buldular.
Ancak aşırı sağcı partiler ile AB’deki muhafazakarlar için değişmez hedef her zaman Türkiye oldu. Göçmen krizi olsa da olmasa da Türkiye üzerinden AB’yi tartışmak, hatta ulusal seçimlerde kampanyalara konu etmek Avrupa’nın son dönem en kullanışlı bulduğu konu oldu.
Türkiye’nin kampanyalardaki değeri, AB üyelik süreci ve genel olarak “öteki aramıza katılırsa mahvoluruz” mealinden bir içerikle kullanılıyor.
‘Öteki’
AB siyasi liderleri “Türkiye yeterince demokratikleşmezse, hukuk devleti olmazsa aramıza giremez” dedikçe, Avrupa halklarının Türkiye’de, asla demokratik yapıların kurulamayacağı yönündeki kanaatleri pekişiyor. Üstelik siyasiler bu açıklamalarına bir de Türkiye’nin nüfusunun fazla olduğunu ekliyorlar. Dolayısıyla AB halkları Slovenya sınırını gösteren afişte yer alan insanlardan 90 milyonunun kendi sokaklarına dolacağını düşünüp dehşete kapılıyorlar.
Bu kampanyalar, zihinlerde Türkiye ile Suriye’nin benzemesini sağladı. Doğrusu Türkiye de AB ülkelerinin ve halklarının kanaatlerini değiştirecek çabalara girmedi; tersine korkuları körükledi. Dolayısıyla AB’li liderler Türkiye’yi olumsuzlayarak siyaset yapma konusunda bir engelle karşılaşmadılar; onların elini daraltacak işleri de biz yapmadık.
Bu konudaki son örnek Cameron oldu ve İngilizlere, “Türkler AB’ye girer diye siz AB’den çıkmayı düşünmeyin, onlar 30-40 yıldan önce giremezler” dedi.
Şimdi iyi bir şey mi demiş oldu?
AB’de kalmanın ayırımcı eğilimlerle mücadele anlamına geldiğini de savunan Cameron, 30 yıl sonra nasıl bir Türkiye ve nasıl bir AB olacağı konusunda kehanette bulunup bizzat ayrımcılık yaptı; “korkmayın Türkleri dışarıda tutarız” diyerek esas “öteki”nin kim olduğunu hatırlattı.