AB,kendi iç tartışmalarına boğulduğu bir dönemde, pek de beklenmeyen biçimde, Bosna-Hersek’in üyelik başvurusunu kabul ediverdi. Bosna-Hersek, en az bir yıl mercek altına alınacak, sonra bu ülke için hazırlanacak rapora göre müzakerelere başlayıp başlamama kararı alınacak, olumlu sonuç çıkarsa da müzakereler başlayacak.
Bosna-Hersek’in adaylığının kabul edilmesindeki en önemli kolaylaştırıcı faktör ülkenin küçük olması. Nüfusu yaklaşık Ankara nüfusu kadar, Müslümanlar da toplumun yarısını oluşturuyor. Çok kültürlü, çok dinli, çok etnili bir örnek durumunda, dolayısıyla AB değerleri bakımından son derece uygun. Diğer bir ifadeyle AB’nin dünyaya dönüp “Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeleri de üye yapabiliyoruz” demesini kolaylaştıracak bir aday.
Dünya bu açıklamayı tatmin edici bulur mu, bilinmez. Ancak Bosna-Hersek nüfusu, mesela 30 milyon olsaydı ve bunun da % 80’i Müslüman olsaydı, aynı kolaylıkla adaylığı kabul olur muydu acaba? Muhtemelen AB içinde epeyce tartışma olur, ülkenin adaylığını savunan diğer AB üyelerinden bazılarının liderleri kendi ülkelerindeki kamuoyu tarafından perişan edilirdi. Dolayısıyla AB’nin kararını “değerlerle” ilişkilendirmek yerine boyutlarla ilişkilendirmek daha anlamlı olabilir.
İtalya’nın isyanı
Bosna-Hersek küçük bir ülke, ancak AB üyesi olup karar alma masalarına oturduğunda büyük bir ülke olacak. Üstelik olası yeni Balkanlar riski karşısında da büyük bir koruma şemsiyesi kazanacak. Dolayısıyla ülkenin üyelik başvurusu kendisi açısından son derece rasyonel. Bununla birlikte, tüm aday ülkeleri bekleyen çok temel bir sorun bulunuyor; ki o da nasıl bir AB’ye üye olunmak istediği ile ilgili sorunun yanıtını kimsenin bilmemesi.
Birleşik Krallık’ın ayrılma sürecinin nasıl yönetileceği, diğer üyelerin bundan böyle nasıl bir ortaklık istedikleri konuları son derece yaşamsal. Durumun geldiği boyutu, İtalya Başbakanı Matteo Renzi’nin Bratislava Zirvesi’nde gösterdiği tepkiden anlamak mümkün. Zirve sonrası yapılan basın toplantısında Hollande ve Merkel, Renzi’yi aralarına almamışlar ki, içindeki öfkeyi kamuoyuna aktarmasın diye.
Renzi, basitçe AB’nin çok konuşup hiç bir şey yapamadığını ifade ediyor. Üstelik konuşmaların da son derece hedefsiz, ruhsuz ve içeriksiz olduğunu vurguluyor. İtalyan Başbakanı, bu durumun nedenini de ulusal çıkar ve egoizmlerin AB projesinin önüne geçmesine bağlıyor.
Almanya ile Fransa’nın kabahatleri
AB’nin geleceğinin bu denli belirsiz bırakılmasında, Birlik’in büyük üyelerinin büyük kabahati olduğunu savunan Renzi, bazı örnekler de veriyor. Mülteciler konusunda ortak tutum varmış gibi davranan ve hatta kapıları kapamayalım diyen ülkelerin İtalya’ya gelen göçmenler için kıllarını kıpırdatmadıklarını, bir kuruş vermediklerini söylüyor.
Ayrıca, Macaristan, Polonya, Çekya ve Slovakya’nın mülteci karşıtlığındaki ısrarlarının faturasının İtalya ve Yunanistan’a ödetildiği gerçeğini dillendiriyor.
Maliyeti İtalya’ya yıkıp bir de İtalya’yı eleştirdiklerini dile getiren Renzi, İtalya’nın iki katı bütçe açığı olan İspanya’ya kimsenin sesini çıkarmadığını hatırlatıyor. Fransa’nın Maastricht ekonomik kriterlerini sürekli ihlal ettiğini, Almanya’nın da GSYİH’nın ticari fazlası %6’yı geçmemesi gerekirken, bunun %9 da seyrettiğini hatırlatarak esasen büyüklerin kurallara uymadığını, ama sorumluluğu başkasına yıktıklarını hatırlatıyor. Renzi’nin eleştirilerinin Türkiye’de de dikkate alınması gerekiyor. Üyelik sürecinde Türkiye’nin boyutları ve nüfus kompozisyonu “değerlerin” önüne geçiyorsa, kural ve ilkelere uygunluğu bu “değerleri” hatırlatmakta kullanılabilir.