Hafta içinde Brüksel'de önemli toplantılar ve o önemli toplantıların önemli sonuçları oldu. Yeni NATO binasının açılışı vesilesiyle mini bir NATO zirvesi düzenlendi. Zirveye katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hem NATO, hem de AB yetkilileri ile görüşmeleri oldu. Cumhurbaşkanımız, Fransa'nın yeni Cumhurbaşkanı Macron, Alman Başbakan Merkel ve İngiltere Başbakanı May ile ikili toplantılar gerçekleştirdi. Bu yoğun trafiğin en önemli ayağı AB adına Tusk ve Juncker ile olan görüşmelerdi. Ve bu görüşmelerden Ankara ile AB arasında pozitif bir gündemde sürecin güncellenmesi kararının alındığını gördük. Bir yıllık bir süreçte çalışmalar yürütülecek. Bir liderler zirvesi düzenlenmesi de hedefler arasında. 15 Nisan darbe girişimi sonrası ve 16 Nisan referandumu öncesi özellikle AB'nin Alman parantezinin provokatif girişimleri sonucu kriz noktasına gelen Türkiye-AB süreci rehabilite ediliyor.
Ve Akif Emre
Mart 2012. 32’nci Paris Kitap Fuarı düzenleniyor.Fuar çerçevesinde "Edebiyat eylemi ve Nuri Pakdil" sempozyumu yapılıyor. Akif Emre, Hüseyin Su ve Mustafa Şahin ile bu sempozyum vesilesiyle tanışma imkanı buluyorum. Akif Emre'yi elbette tanıyorum. Ama bu sempozyum sayesinde yüz yüze tanışma ve sohbet etmem mümkün oluyor. Aynı şekilde Hüseyin Su ve Mustafa Şahin beyler. Yazı, kalem üstadları, aynı zamanda edebiyatın ruhunu incitmekten korkarcasına kelimeleri konuşurken bile dikkatle seçen, her heceyi özenerek vurgulayan bir güzel insanlar topluluğu. Gençliği isyan şiirleri okuyarak geçmiş bir gazeteci olarak, şiiri, sözcüğü, heceyi bu kadar imanla süsleyen bir yaklaşım elbette dikkatimi çekmişti. Hece Dergisi'nin adını da bu sempozyumda duymuştum. Bir tutumu keşfetmeye geç kalmak, kaybolan zamanlar. Ama başlangıç da bir şey elbette. Önemli. Ve bu yıl Hüseyin Su ve Mustafa Şahin'in evlatlarını kaybederek yaşadıkları acı. Ardından Akif ağabeyin kaybı. Üç güzel adamın acıları.
***
Sonrasında Paris Anadolu Festivali için üç ayrı panel çalışması yaptım. Aynı yılın yaz aylarıydı. Panellerden birisine Akif Emre'yi davet ettik. Bir başka panel için de Hüseyin Su ve Necdet Subaşı. Şule Yüksel Şenler ve Huzur Sokağı. Üçüncü panelde de Tarık Tufan konuşmacıydı. Yine muazzam bir buluşma olmuştu.
Akif Emre ile Dünya Bülteni sitesine yazdığım dönemde beraber çalışma imkanı da buldum.
Sonra 2013’te İstanbul'a taşındım. Bu kez dış haberlere yoğunlaşan bir gazeteci olarak ama en çok da Paris'te ışığını keşfettiğim bir deniz feneri olarak kendisini yakından izledim.
Beşiktaş'taki ofisinde, bazen Dolmabahçe'deki saat kulesinin hemen yanındaki çay bahçesinde sohbet ettik. Gelip geçen zamana, gündemin hayhuyuna, göze batan rekabet yarışlarına, takla güvercinlerine uzaktan acı acı gülümseyerek bakardı sanki.
Nasihatlerini, yorumlarını, önerilerini dikkatle dinlerdim. Son olarak Aralık ayında mesajlaşmışız, denk getirip bir oturmayı planlamışız. Olmamış.
Akif ağabeyi kaybettiğimizi Paris'te öğrendim. Tam da İstanbul'a dönmek üzere uçağa yetişmeye çalışıyordum. Bir başka güzel ağabeyim, Necdet Subaşı'nın "Akif abiyi kaybettik" mesajı. Akif abi kim acaba? Bir isimle belli kavramları bir türlü yan yana koyamazsınız ya... Tanıdığım Akif çok da fazla yok. Tanıdıklarım çok genç daha. Akif Emre hiç aklıma gelmiyor. Tabi, kısa bir süre içinde, önce Whatsapp grupları ve sonra sosyal medya. Acı haber duyuldu. Odasından son karelerin paylaşıldığı fotoğraflarda bir bardak çay, yarım simit ve Necdet ağabeyin 'Gerisi Hikaye' kitabı var.. Gün sıradan ve sakin başlamış belli ki. Yurtdışında bir yakınınızın ölüm haberini almak, oraları tam da "gurbet", "yaban eller" yapan anlar oluyor. Haberi alan arkadaşları hemen Beşiktaş'taki ofisine gitmişler. Ne orada olabildim, ne de cenazesine gidebildim. Ama elden ne gelir? Son görevi yapıp, onu ebedi yolculuğa uğurlamak dışında elden gelecek var mıdır? Dua etmek. Rahmet dilemek, yakınlarına sabır ve başsağlığı dilemek. Tabi Akif Emre'nin kaybının ardından medya ve entelektüel camiada önemli bir yüzleşme ve hesaplaşma da başladı. O büyük kaybın ve acısının tam anlamıyla neye tekabül ettiğini tanımlamaya çalışanların aslında bir muhasebe yaptıklarını da gözlemledik. Çünkü Akif Emre, varlığı ile bir çıta idi. Bir nokta, bir deniz feneri. Nadir, zarif ve asil bir duruştu. O büyüklüğün ardından bir yazı yeter mi kaybının oluşturduğu boşluğu anlatmaya? Bir dostun kaybının ardından kelimeler, denizden dalganın uzaklaşması gibi azalmaz mı? Yakalayamazsınız. Söz gider... Sızı kalır. Değerli bir ismin silinmeyecek izi kalır.