Naziler 1945’te yenilgiye uğradıktan sonra, Batılı müttefikler kendilerini demokrasi ve insan haklarının temsilcileri olarak yansıttı. Bu idealler uğruna savaşlar çıkardılar, ekonomik yaptırımlar uyguladılar, suikastler düzenlediler ve sistematik işkence yaptılar. Tüm bu faaliyetler, bu şiddet sürecinden sonra ortaya çıkacak barışın başarılı ve adil olacağı vaadiyle haklı çıkarıldı. Üçüncü Dünya halkları ne Batılı güçlerle ilgili gerçekler hakkında, ne de onların yoz ve zorba rejimlerle suç ortaklıkları konusunda yanılmamışlardı. 1989’dan sonra büyük bir değişim söz konusuydu. Sovyetler Birliği ile rekabetin bir bölümü de değerler üzerineydi ve bu yüzden ABD’nin sadece daha güçlü değil, daha iyi olduğunu göstermesi de önemliydi. Soğuk Savaş’ın bitiminden Terörle Savaş’ın başlangıcına kadarki süreçte, tarihin ‘neoliberal kapitalizmin ve liberal demokrasinin zengin ve adil toplumlar yaratmanın tek yolu’ olduğu iddiası çöktü. Bu süreçte Amerikan İmparatorluğu’nun suistimalleri unutulmadıysa da, görmezden gelindi; Amerika’nın dünyayı yönetmesinin meşruiyeti, sadece Batılı elitler tarafından değil, dünyanın geri kalanındaki Batılılaştırma yanlısı gruplar tarafından da desteklendi. ABD’nin taklit edilmeye değer toplum imajı için vazgeçilmez olan unsur, sadece modernitesinin çekiciliği değil, iyilik adına ahlaki bir güç olduğu iddiasıydı. SSCB’nin asıl rakip olduğu durumda, ABD’nin ahlaki üstünlüğünü sürdürmesi daha kolaydı. ABD; Stalin’in kötülüklerini, KGB terörünün acımasızlığını ve Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu ve devam ettirilmesini takip eden genel şiddeti gösterebilirdi.
***
İyicil bir Amerika görüşü, ABD’yi dünyadaki Batı liderliğinin devamı olarak görenlerin yanı sıra, onu Sovyet gücüne karşı bir siper olarak görenlerce de paylaşıldı. Amerikan emperyalizmini doğrudan deneyimlemiş olan bölgelerden yükselen eleştirel sesler; kendilerini sol, anti-emperyalist kampta buldular. Görüşleri aşırı, ABD’yi kınamaları fazla sert, bir süper güçten daha iyi bir tavır beklemeleri ise fazla ütopik olarak değerlendiriliyordu. New York ve Washington’a yapılan saldırılardan ve Başkan Bush teröre karşı savaş formunda Haçlı seferi ilan ettikten on yıl sonra, ABD’nin mevcut terörle savaş politikasının aslında küresel ölçekte kirli bir savaşı sürdürmek olduğu açığa çıktı. Bu kirli küresel savaşta ABD, Müslümanistan’ın dört bir yanında insanları kaçırdı, onlara işkence yaptı, suikast düzenledi ve bombaladı. Amerika’nın küresel bir istisna olduğunu dayatma çabasını açıklamak ve haklı göstermek için, destekçileri ABD’yi istisnai bir ülke ilan ettiler.
Obama; ne Guantanamo’yu kapatmayı, ne de Amerikan nezaretinde işkenceye ve ABD vatandaşlarına düzenlenen suikastlere son vermeyi başaramadı. Obama, bir yandan Afganistan ve Pakistan halkları üzerine insansız hava araçları ile yapılan saldırılarını yoğunlaştırıp yeniden seçilmek üzere kampanyasına başlarken; kimilerinin sahip olduğu ‘ABD’nin haydut bir ülke olmadığı, sadece Bush yönetiminin haydut bir hükümet olduğu’ görüşü inandırıcılığını yitiriyor. ABD’nin meşruiyetinin zayıflaması, 9/11 saldırılarının en açık sonucu. Kirli bir küresel savaş sürdürürken, bir yandan da zenginleri mutlu tutma çabasının tetiklediği dünya çapındaki ekonomik kriz, diğer ülkelerin boş sloganlarla değil, daha iyi uygulamalarla ahlaki üstünlük iddia edebilmesine yol açtı. Eğer biz Müslümanlar, şefkat ve adaletin erdemlerinin İslam’ın bir esası olduğuna inanıyorsak ve bunları özelimizde uygulayabiliyorsak, bu erdemler toplumlarımıza gerektiği gibi ışık tutuyor mu diye kendimize sormalıyız. İslam’dan ilham alan hükümetler, cami inşa etmeyi değil, şefkatli ve adaletli şekilde hükmetmeyi ön planda tutmalılar. Hapishanelerimizdeki, karakollarımızdaki resmi ve gayri resmi işkencenin, İslam’ın kabul edemeyeceği bir şey olduğu ve terk edilmesi gerektiği yönünde kampanyalar düzenlemek, bu yolda atılan küçük bir adım olabilir. Bir zamanlar Avrupa’da ve başka yerlerde suçlananlar, Müslümanistan’a sığınırlardı. Merhametsiz bir hükümetin tiranlık olduğunun farkına varmadan, İslam’dan ilham alan toplumlar yaratma çabaları başarısız olmaya mahkumdur.
ABD’nin askeri bir süper güç olduğu şüphesiz, fakat ahlaki bir süper güç değil. Meşruiyetini yitirmesi ve zayıflamış ekonomisi, adalet ve merhametin dahil olduğu bir tartışma için alan yaratıyor. Bu diyaloglarda Müslümanlar’ın seslerinin duyulması önemli. Entelektüeller ve aktivistler, neo-liberal ekonominin ve neocon siyasetin ağır basmadığı bir dünya vizyonu yaratma çabasındayken, Boaventura de Sousa Santos’un Güney’in epistemolojileri olarak tanımladığı bu müzakerelerde İslam’ın da yer alması şart. Bu da demek oluyor ki Müslümanlar hükümetlerinden daha çok yasak değil, daha çok merhamet talep etmeliler.
* Bu yazı STAR Gazetesi için kaleme alınmıştır.