Bugün yakın târihimizin en felâketli olaylarından birinin, Ermeni Tehcîri, yâhut Ermeni tarafınca tercîh edilen hâliyle Ermeni Soykırımı’nın 98. Yıldönümü.
Bu kısa metinde, sözkonusu acı olayın, en az yüzlerce kere yazılıp çizilen ayrıntıları üzerinde durmak yerine biraz istikbâle yönelmek istiyorum. Fakat ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için, birkaç cümleyle tarafeynin pozisyonlarını da özetlemem lâzım sanırım:
Ermenilere göre Türkler, Birinci Cihan Harbi’nin doğurduğu kargaşalıkdan yararlanarak İmparatorluk dâhilindeki Ermenileri “etnik temizlik”le yoketmek istemişler ve böylece iki milyon (ben “Süddeutsche Zeitung”da bir kere üç milyon rakamını da gördüm!) Ermeniyi hunharca yoketmişlerdir. Bu vahşet daha sonra Hitler’e de “ilham kaynağı” olmuşdur.
Türklere göre Ermeniler, Kafkas Cebhesi’nde Ruslara karşı çok sert bir mücâdele veren Osmanlı Ordusu’nu arkadan vurmuşlar ve kıl payıyla hezîmetimize yol açacakken son anda Doğu Anadolu bölgesinden Sûriye’ye “tehcîr” edilmişler, ama yolda Kürd aşîretlerinin soygun amaçlı taarruzlarına uğradıkları ve Türk askerî birlikleri onları korumada zaaf gösterdiği için beş altı yüz bin kadarı ya öldürülmüş ya da hastalıklardan telef olmuşdur. Ermeniler ise iki milyon kadar Türk ve Kürd Müslümanı katletmişlerdir.
İki milyon öldürülmüş Ermeni sayısı inanılmaz bir abartmadır, çünki 1915’de bütün İmparatorluk sınırları içindeki tekmil Ermeni sayısı sâdece bir milyondu ve bunlardan da 400.000 kadarı daha sonra göçetmişdir.
1960’lar ve 80’ler arası Almanya’da bu konu ne zaman alevlense ben balıklama dalar ve gazetelerde, radyolarda televizyonlarda yorumlar ve belgeseller yayınlayıp Türk Tezi’nin kabûl edilmesi için canımı dişime takarak mücâdele verirdim.
Gerçi pek çok yayın organı, ilginç buldukları için bana yer verirdi ama anlatdıklarım ve bunları üstelik Alman ve Amerikan vs. kaynaklarına göre ısbatlamam netîceten pek bir halta yaramazdı ve bunun iki sebebi vardı:
Biri, Ermenilerin “mazlum” ve ayriyeten “Hıristiyan” bir halk olarak “maç”a zâten 2-0 önde başlamalarıydı. Almanların Yahudi Kırımı dolayısıyla hissetdikleri vicdan azâbı ise işin tuzu biberinı teşkîl ediyordu.
İkincisi ise Türk Devleti’nin, 1920’lerde başlayıp 1973’deki bir suikasdla yoğunlaşan sistematik ve aralıksız propaganda faaliyetini hiç ciddîye almamış bulunmasıydı.
Türkiye’de “devlet aklı” Tanzîmat’dan bu yana mütemâdiyen kırkıntıya uğradığı ve her gelen bir öncekinin elitlerini yoketmeyi “vazîfe” (!) bildiği için Türk devlet aklının bu işe “akıl” erdirememiş olmasını normal karşılamak gerekir. Çapı müsâid değildi.
Bu yüzden yaklaşan 2015 “Yüzüncü Yıldönümü Anma Etkinlikleri”nde Ermeni milliyetçilerinin Türkiye’yi fecî şekilde sıkıştırmak isteyecekler muhakkakdır.
Türkiye, yeryüzünde gitgide sür’atle artan ağırlığı sâyesinde aşırı baskılara mâruz kalmakdan korunabilir ama bu pek de matah bir çözüm değildir.
Önemli olan, bir yandan Türkiye bizzat “ofansif” oynamaya başlayarak konuyu bizzat gündeme getirirken bir yandan da Ermeni tarafıyla bu meseleyi direkt tartışmalar sonucu heriki müdâhilin de içine sindirebileceği bir değerlendirmeye tâbî tutabilmekdir.
Eğer Ermeni Tezi doğruysa ben Türk olarak tarziye vermeye ve tazmînât ödemeye hazırım!
Ama buna objektif gerekçelerle inanmıyorum.
Kendine güvenen buyursun!
NOT: Dünki yazımda Türkiye’nin 1040 Yılı’nda göreve başlayan ilk devlet başkanı olarak Kutalmışoğlu Süleyman Şâh’ın adını vermişdim.
Dikkatli okuyucum Emre Kartal düzelterek Tuğrul Bey olduğunu belirtdi.
Zâten Büyük Atsız da öyle yazıyormuş.
Baba sözü dinlemeyenin hâli budur işte! İbret alın!
Özür dilerim.