Gelişmeler ferahlatıcı olmakdan çok uzak.
Bir kere daha fark ediyoruz ki bir devletin tek başına savaş istememesi barışı sağlamaya yeterli değil. Karşısındakilerin de aynı irâdeyi göstermesi şart.
Türkiye-Sûriye ilişkilerinden bahsediyorum. Zâten şu sıralar Sûriye’den başka bir şey konuşduğumuz pek yok. Sayın Kılıçdaroğlu bile bu konuda fikir beyân ediyor. Acabâ lafın ayağa düşmesi dedikleri bu mu olsa gerek?
Ben Sûriye meselesinin stratejik yâhut jeopolitik yönlerini ele almaya niyetli değilim. Uzmanları, problemi benden kat-be-kat iyi bilenler, işin o yanını zâten enine boyuna ele alıyorlar.
Benim değinmek istediğim, Türkiye’nin bu konudaki şanssızlığı.
Devletimizin kurucuları olan Çağrı Bey ile Tuğrul Bey bundan 950 yıl kadar önce bizleri getirip öyle bir yere koymuşlar ki Doğu Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Afrika’da yaprak kımıldasa ucu bize de dokunuyor, öylesine bir kilit noktası!
Bu tabii onların dehâsını gösteren bir durum. Ama fevkalâde yorucu olduğunu da inkâr edemeyiz.
Yâni bölgemiz dediğimiz üç kıt’aya uzanan devâsâ alanda hiçbir olayı şöyle kaykılıp tribünden izleme konforumuz yok!
Nerede “vukuat” çıksa kendimizi ânında müdâhil buluveriyoruz.
Kuzey Irak yetişmezmiş gibi şimdi başımıza bir de Kuzey Sûriye derdinin açılması tam da ekonomik olarak iki yakamız bir araya gelmişken, tam ülkemiz ve dolayısıyla halkımız usul usul refâha kavuşmaya, hattâ ufak ufak zenginleşmeye başlamışken, herhalde arzû edebileceğimiz en son şeylerden biridir kanaatindeyim.
Herhangi bir savaşın en müreffeh ülkeler için bile ne kadar masraflı bir belâ olduğunu bilmek için askerlik uzmanı olmak şart değil. Savaş şöyle dursun, nisbeten ufak çaplı operasyonların dahî kaça patladığını biliyoruz. Meselâ Kıbrıs konusundan biliyoruz.
Onun için adamakıllı endîşeliyim.
Ekonomik kalkınmamız aksayacağı için endîşeliyim ama endîşemin başka bir kaynağı daha var:
Savaşları sona erdirmenin ne kadar zor olduğunu bildiğim için de endîşeliyim.
Alelâde bir gazete okuyucusu olarak da bunu onyıllardır dünyânın dört bir yanında izliyorum. Herhangi bir sınırda bir çatışma çıkarmak son derece kolay. Ama patlak vermiş bir çatışmayı sınırlı tutmak ve hele istediğiniz an nihâyete erdirmek müdhiş zor.
Bunları kaydetdikden sonra vurgulamak istediğim başka bir husus daha var:
Birkaç yerde Sûriye Ordusu’nun çok iyi eğitimli olduğu ve bir muhârebe hâlinde bizim ordumuzu perîşân edeceği yolunda haberler çıkdı.
Bu iddianın gerçekle bir ilgi yok!
Sûriye Ordusu, kurulduğu günden bu yana yegâne meşgalesi İsrâil’den kötek yemek olan bir ordu.
Bu bir küçümseme değil bir tesbit!
Elinde gerçi modern silah sistemleri var ama onları kullanan personelin düzeyi o kadar da yüksek değil.
TSK’ya gelince ben maalesef bizim ordunun da doğru dürüst muhârebe edeceğinden şübheliyim. Bunun sebebi subay kadrolarının onyıllardır gırtlaklarına kadar politika çukuruna batmış olmaları. Türkiye’yi yönetmekden ellerindeki birlikleri yönetmeğe fırsat bulamıyorlar.
Üstelik donanım bakımından da pek parlak bir durumda olmadığımız anlaşılıyor.
Değerli kumandanlarımızın eline döke saça harcasınlar diye milyarları tutuşturup sonra bu paraların nereye gittiğiyle hiç ilgilen(e)mediğimiz anlaşılıyor.
Bakınız, Sûriye’den atılan mermilere misilleme olarak bizim karşı ateşimiz 81 milimetrelik havan toplarıyla yapılıyormuş, kendileri söylüyorlar.
Bu 81’lik havanlar benim askerlik yaptığım 1960’larda bile artık demode olarak nitelenen eski püskü şeylerdi! Bugün, yâni yaklaşık 50/55 sene sonra hâlâ bunları kullanıyorlarsa vay benim köse sakalım!!!
Sûriye’yi bilmem, fakat eğer biz bu subaylar ve bu donanımla bir savaşa girersek sonumuz pek de hayırlı olmazmış gibi bir his var içimde.
81 milimetrelik havan, öyle mi?
Bâri Bursa Kılıç-Kalkan Ekibi’ni de sınıra sevketseler!