7 Haziran Seçimleri sonrası ortaya çıkan manzara, seçim sürecinin bitmediğini ve asıl neticenin koalisyon veya erken seçimle görüleceğini söylüyor. Burada her iki neticenin de nihai kararını, seçimlerin ilk ayağı olan 7 Haziran’ı aşmayı başaran aktörler belirleyecek. Başka bir deyişle, post-7 Haziran sürecine ulaşmayı başaran(lar), her iki neticeden birisini yönetme hakkına sahip olacak(lar).
Muhalefetin 7 Haziran sonrası performansına bakıldığında, seçimlerin siyasal dünyalarında fazlaca bir anlamı olmadığı görülüyor. Basit bir şekilde ifade edilirse, 7 Haziran öncesi üç aşağı beş yukarı ne söylüyor ve nerede duruyorlarsa, aynı pozisyon ve söylemi muhafaza ediyorlar. Bu durum sadece 7 Haziran’ı zehirlemiyor, aynı zamanda sonrasını da bir kısır döngüye maruz bırakıyor.
Muhalefetin dile getirdiği başlıkların hülasası Erdoğan’ı şeytanlaştırmaktan ibaret. Tam da bu noktada lafın bittiği yere geliyoruz. Zira AK Parti ile Erdoğan düşmanlığı üzerinden muhatap olmaya çalışmanın hiçbir yerinde siyasal zekâ unsuru görülemeyeceği gibi, bu, (muhtemel) süreç(ler)i de kilitlemek anlamına geliyor. Kısır döngü de burada beliriyor. Bu durumda tekrar seçime gitme süreci ufukta görünmeye başlıyor. Tekrar seçime gidip tekrar kaybetmekle, AK Parti ile bir koalisyon yapma arasında sıkışınca da tutarsızlıklar baş gösteriyor.
Hâlihazırda muhalefet AK Parti ve Erdoğan’la geç kalmış tanışma sürecini yaşamak zorunda oluşunun sancılarıyla depreşiyor. Yıllardır ‘AKP’ diyerek hakaret ettikleri, ‘RTE’ diyerek hakir gördükleri AK Parti ve Erdoğan ile hemen her senaryoda muhatap olmak zorunda kalacaklarını görmeye başlamanın sıkıntısı var ortada.
Sürreel bir dünya içerisinden, geçen yüzyıldan başlayan ve 2002 sonrası muhalefetin devraldığı ‘Erdoğan ve AK Parti ile hasımlığın’ sürdürülemezliği karşısında yaşadıkları çaresizliğe bir çözüm bulmaları gerekiyor. 7 Haziran işte bu çözümü hepsine sunuyor. İster koalisyon senaryosunda, isterse de yeniden seçim ihtimalinde Erdoğansız ve AK Partisiz bir sürecin imkansızlığından pedagojik bir oryantasyon çıkarıp çıkarmamaları kendi ellerinde.
Yaşanan ve yaşanacak durum çok karmaşık değil. Muhalefet Erdoğan ve AK Parti ile gireceği normalleşme oranında, AK Parti’nin de kendileriyle kurduğu ilişki biçimini yapısal olarak normalleştireceğini anlamak durumunda. Zira Erdoğan’ın şeytanlaştırıldığı bir dünyada AK Parti’nin nefes alması söz konusu olamaz. Hepsinden önemlisi bu bir temenni ya da temayül değil, verili bir durum. Dolayısıyla Başbakan Davutoğlu’nun böyle bir atmosferde bulunması da bir imkânsızdan ibaret. Hem Cumhurbaşkanını ve makamını var eden her unsurla hem de Başbakan’la amansız bir şeytanlaştırma üzerinden muhatap olmayı tercih ettikleri sürece, arzulanan normalleşmenin yaşanması boş bir hayalden öteye geçemeyecektir.
Diğer yandan, bütün seçim kampanyasını önce Erdoğan nefreti üzerine inşa edip, ardından da Erdoğan’ın sahaya inmesine şaşırmanın ciddiye alınır bir tarafı bulunmuyor. Bu tavrı yıllardır sürdürdüklerini de hatırlatmakta fayda var.
Akıl almaz bir Erdoğan düşmanlığı ve nefretine Erdoğan’ın -gereken- cevabı vermesine ‘kutuplaşma’ deniliyor. Bu durum, Çarlık Rusya’sında Yahudi bir annenin oğlunu 1877 Osmanlı-Rus Savaşı için cepheye yollarken yaptığı nasihatlere benziyor. Anne, oğluna şu öğütte bulunuyor: “Canım oğlum, sakın kendini fazla yorma. Cephede bir Türk öldür, dinlen... Bir Türk öldür, soluklan... Gücünü toplayınca bir Türk daha öldür, yine dinlen...” Oğlu, “Ama anne, ya Türk beni öldürürse?” karşılığını verince dehşete düşen anne, “Aman Allah’ım... Türk’ün seninle ne alıp veremediği var ki?” diyor.
Muhalefet “Erdoğan’ın bizimle ne alıp veremediği var ki?” sorusunu sorduğu sürece, ufukta bir normalleşme görünmesi mümkün değil. 7 Haziran sonrasında küresel ve ülke içerisindeki odakların ‘sualini’ tekrarlamaya devam ederlerse, sadece AK Parti ile tanışma sürelerini uzatacaklar. Şimdilik yüzlerini çevirip, gözlerini kapatıp, sürreel yüzde 60’la bir süre idare etmeyi tercih edebilirler. Lakin gözlerini açtıklarında Erdoğan’ı tekrar göreceklerinden şüphe yok!