Yakın tarihte birbiri ardına ortaya çıkan gelişmeler üzerinden bakarsak, ‘Yeni Türkiye’ başlığı altında söylenenler daha anlamlı hale geliyor. Mevcut tabloda, ‘sistem’den tutun, yakın gelecekteki seçimlere kadar her şey ‘yeni’ başlığı altında ele alınmak zorunda.
En önemli başlıklardan birisi başkanlık sistemi. Çünkü sistemin dönüşümünde, gerek hızlı, gerekse daha sağlıklı karar alabilmek; ayrıca bürokratik vesayetin gücünü kırabilmek için en önemli adım, başkanlık sistemine giden yolun açılması.
Özellikle bu ifadenin altını çizerek devam edelim. ‘Başkanlık sistemine giden yolun açılması.’ Çünkü mevcut durumda yürütülen tahminler ya da siyasi analizler, başkanlık sisteminin varlığını tümüyle 7 Haziran seçimleri üzerine kurguluyor. Seçimlerde ortaya çıkacak tablonun, sözgelimi AK Parti’nin anayasayı değiştirecek güce erişip erişmeyeceğinin, nihai göstergesi olacağı öngörülüyor.
Oysa 7 Haziran seçimleri, muhtemelen sonuçları ve parlamentoya yansıyacak tablosuyla, bu tartışmaların devam edeceği ve genişleyeceği bir koridoru önümüze getirecek. Siyasetin pazarlık boyutu, bir kenara atılacak bir özellik değilse; yakın gelecekte de pazarlıklar, müzakereler devam edecek. Üstelik, alınacak mesafeye ve başkanlık sistemi gibi kritik başlıklara bakılırsa, sürecin böyle yürümesi herkes açısından daha sağlıklı olabilir.
1991 seçimlerinden sonra Türkiye, iki önemli süreci yönetmekte zorlandı. Birincisi; o dönem ayrılıkçı Kürt hareketinin temsilcisi olarak parlamentoya giren DEP milletvekilleri, gerek kendi tavırları, gerek o dönem örgütün stratejisi ve provokasyonları, gerekse de devlet aklının yeniden karanlık ellere teslim olmasıyla, bambaşka bir dönemin kapısını açtı. Siyaset, neredeyse çeyrek asır sürecek bir kavganın, belki de doğru ifadesiyle kanlı bir savaşın ufukta olduğunu öngöremedi. Görenler ise siyasetin güçlü aktörleri değildi.
O dönem itibarıyla Kürt hareketinin ayrılıkçı kesimi, sanıldığının aksine zayıflamadı. Bugün birilerinin ısrarla söylediği gibi, verilen tavizler yüzünden değil, baskıların ve güvenlik merkezli anlayışın sonucunda daha da palazlandı. Eğer bugün konuştuklarımızı, yirmi yıl önce ortaya koyabilecek cesaretimiz olsaydı, ne binlerce insanımızı, ne de muazzam kaynakları kaybetmeyecek; bölgede başı dik, demokrasi çıtası yüksek ve aynı zamanda müreffeh bir ülke olarak yolumuza erken çıkmış olacaktık.
Belki Kürt hareketiyle aynı konumda olmasa da, yine 1991 yılında parlamentoya (üçlü bir ittifakla) giren Refah Partisi ve onun temsil ettiği İslami tecrübe konusunda da ciddi iniş çıkışlar ve sorunlar yaşandı. 1994 yerel ve 1995 genel seçimlerindeki başarısıyla, 1996 yılında iktidara gelen RP’nin, 28 Şubat darbesiyle sistem dışına itilmesi, peş peşe gelen parti kapatmaları, Türkiye’nin büyük kayıpları hanesine yazılmalı. Bu sürecin AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği ile yeniden toparlanması, bugün kazanım olarak gördüğümüz pekçok başlığın da mimarı olarak görülmeli.
Peki yakın tarihteki bunca tecrübeye rağmen, yine ve yeniden, akıl almaz bir inatla, geniş kesimlerin sistem içinde kalmaları ve temsil kabiliyetlerin derinleşmesi üzerinde çaba sarf etmek yerine, bazı gerçekleri görmezden gelmenin kime ne yararı var? Bu konu sadece HDP’nin parlamentoda temsil edilip edilmemesiyle sınırlı değil. Asıl soru şu; eğer geleceğe doğru büyük adımlar atmak istiyor ve bunlar için de ittifak arıyorsak; bunu kimlerle ve hangi şartlarda yapacağımıza dair kapıları açık tutmaya hazır mıyız?
Ancak böyle bir zeminde 7 Haziran seçimleri, hangi sonuçla olursa olsun yeni bir başlangıç anlamı taşıyacaktır.