6-7 Eylül 1955... Tam 59 yıl oldu... Ama hâlâ bu tarihi yağmanın ideolojisi yaşıyor. Türkiye bu ideolojiyi tam anlamıyla aşmadan zenginliğe, refaha ulaşamaz. Neden mi; işte bugün bunu anlatalım.
6-7 Eylül; birlikte zenginleşmeyi değil, en tepedeki bir avuç sermayedar ve bürokratik elitin zenginliğini hedef alan, inkarcı, ötekileştirici ulus-devlet ideolojisine dayanır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren siyasal yaşama damgasını vuracak olan asker-sivil bürokrasi, ayakta kalmasını sağlayacak zenginlik yaratıcı ortağını tabii ki kendisine benzer olandan seçecekti. Bunun için gayrı-Müslim ve Türk olmayan azınlığın mülksüzleştirilmesi bir devlet politikası olmuştur. İttihat-Terakki’nin, birçok açıdan, devamı sayılabilecek CHP’nin o zaman ki Azınlıklar Raporu bu anlayışı çok iyi ifade eder: ”Anadolu’da Rum yok denecek kadar azdır. (...) Fakat Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.”
Üç temel alanda ‘ötekileştirme’
Bugün 6-7 Eylül’e baktığımızda, 1955’e Türkiye’nin, Cumhuriyet’ten önce başlayan ama Cumhuriyet’le resmileşen bir süreç sonunda geldiğini görürüz.
Bu süreç, üç temel alanda tekleştirme-ötekileştirme politikaları ile götürülmüştür.
Birinci alan, bürokrasinin ve ekonominin temerküzü ve ‘belli’ ailelerin elinde toplanmasıdır; ki bu süreç 1955, 6-7 Eylül ile taçlanmıştır.
İkincisi; dilin, geçmişten koparılarak tekleştirilmesidir. İmparatorluğun bütün iktisadi, kültürel ve tarihî bağlarıyla ilişkisinin koparılması için, Farsça-Arapçayı içine alan, çok zengin ve geniş bir ifade-anlaşma imkânı sunan Osmanlıca öldürülmüştür. Bununla, aynı zamanda, tarihle ve o tarihteki Türk olmayan ama Müslüman olan yapı ve unsurlarla bağın koparılması da amaçlanmıştır. Bu coğrafyada dilin, Arapça ve Farsça’dan ayıklanması özünde kültürel değil, iktisadi amaçla yapılmıştır. Çünkü Osmanlıca, Arap ve Fars dillerinin zenginliğini de içine alan bir dildi ve Osmanlı’nın, Avrupa’dan Kafkaslara oradan Afrika kıtasına kadar olan büyük coğrafyadaki pazar egemenliği için elzem bir kültür ve anlaşma, birarada olma aracıydı. Türkiye’nin Osmanlıcayı reddetmeye zorlanması tamamen elindeki pazarlardaki etkinliğinin kırılmak istenmesindendir.
Tabii bunu, üçüncü olarak, kültürün ve eğitimin tekleştirilmesi ve geçmişinden-tıpkı dil gibi- koparılması izlemiştir.
Bu üç temel alandan hareket eden faşist anlayış, yüzyıllarca hüküm sürmüş ve kültürleri, halkları birleştirmiş İmparatorluğun bütün birikimlerini yok sayarak, insanlığın en önemli uygarlıklarından birini, Etyen Mahçupyan’ın dediği gibi bir ‘Ahmaklar Evi’ne hapsederek neredeyse yok etmiştir.
Fatih: ‘Bizim şehre gelin’!
Osmanlı, merkezi ama birçok milleti barındıran bir devletti. Merkezi olması, ipek ve baharat yolu gibi zamanın önemli ticari bütünleşmelerinin güvenli işlemesini sağlıyordu. Uzakdoğu’dan gelen mallar, Mezopotamya’nın ürünleri, Osmanlı üzerinden batıya ulaşıyordu. Bu yüzden Akdeniz’in bir Osmanlı iç denizi olması, yalnız Osmanlı’nın değil, o zamanki ticaret sermayesinin de işine geliyordu.
Fatih’in İstanbul’u feth ettikten sonraki ilk adımı, İstanbul’u bir dünya başkenti olarak yeniden inşa etmeye başlaması idi. Müslüman ve gayri Müslim ayrımı yapılmadan herkes ‘şehre’ davet edildi. (‘şehre’ ifadesinin Rumcası ‘ist ten polin’dir; yani sonradan... İstanbul...) Fatih’in ayrımsız herkesi davet ettiği ‘ist ten polin’de, 1955’te ırkçı bir anlayış kendinden olmayanları kovdu... Budur 6-7 Eylül...
Fatih’in, Edirne’de köle olarak bulunan bilge Rum din adamı Gennadios’u Konstantiniye’de piskoposluk kurması için davet ettiği ve bu konuda birlikte çalıştıkları söylenir. Bu süreç, Cenevizlilerle, Venedikli tüccarlarla, Yahudi servet sahipleriyle harmanlandı. Öyle ki 1500’e vardığında İstanbul, nüfusunun yarısı gayrı-müslimdi. 1492’de Yuhudiler İspanya’dan kovulurken, Selanik ve İstanbul’a göçtüler. Yahudilerin yanlarında getirdikleri ticaret yetenekleri, usta zanaatkârlıkları ve dil becerileri de, Osmanlıların Boğaziçi’nde gerçekleştirmekte oldukları projeye katkıda bulunacak şeylerdi. Fatih’in oğlu II. Beyazıt’ın da çevresindekilere “ bu krala nasıl akıllı ve uslu Ferdinand diyebiliyorsunuz? Kendi ülkesini yoksullaştırıyor ve benimki zenginleşiyor” dediği rivayet edilir. Aslında bu başlangıç, bir iktisadi sistemin temellerini anlattığı gibi, ‘bir arada’ olarak zenginleşme ve ötekileştirmeme kültürünü de oluşturuyordu.
Refahın, adaletin kökeni...
Peki, bu yaklaşımın kökenleri nereye dayanır; hiç şüphesiz konjoktürel ve tarihi bir takım varsayımlarda bulunabiliriz. Ama bizce temel olarak bu yaklaşım İslam’ın ümmet anlayışına ve bunun siyasi-genişlemeci- temellerine ve yine İslam’da ilk kez belirgin bir şekilde ortaya çıkan ve sistemleştirilen piyasa serbestîsine dayanır.
İşte şimdi, eskiye dönmüyoruz ama ulus-devlet pazarlarının, 19. yüzyılda belirginleşen ve 20. yüzyılda da savaşlarla korunup-genişletilmeye çalışılan sınırlarının sonuna geldik ve o eski, Osmanlı’nın koruduğu-geliştirdiği ticaret yolları, enerji yolları devreye giriyor. İslam’ın adaleti yeniden keşfediliyor.
Uluslara dayanan pazar sınırları yalnız ekonomik olarak değil, siyasi ve hukuki olarak da kalkma yolunda. Böyle olunca ulusal pazarları korumak üzerine bina edilen siyasi düşünceler, ideolojiler, yapı- lar geçersizleşiyor.
Şimdi Türkiye’nin bu büyük dönüşümünde her şey yerli yerine oturuyor. Bakın bugün biri Ankara diğeri İstanbul merkezli iki iş örgütünün tavrı, aslında 1955’te 6-7 Eylül’ü yaptıran yağmacı- iç pazara dayalı sermayenin tavrıdır. Bu anlamıyla 6-7 Eylül devam ediyor ama yok olma yolunda küçülerek devam ediyor. Karşılığında Türkiye büyüyor.