Geçen yaz bir Ramazan akşamı Bahçeşehir Üniversitesi’nin teras katında, bir iftar yemeğinde, iznini almadığım için ismini veremeyeceğim, AK Parti’nin önde gelen bir ismiyle sohbet ediyoruz, ben reform sürecinin neden sayısız paketlere bölündüğünü, bir çırpıda, mesela tek bir paketle çözümlenemediğini soruyorum, AK Parti’li meslektaşımız da (öğretim üyeliğinden geliyor) bana “Siz liberallerin en büyük hatası zamanın ruhunu kavrayamamanız, oysa siyasette demir tavında dövülür” mealinde bir cevap veriyor.
Ben hala, şahsi görüşüm olarak, ülkemizin ihtiyaç duyduğu reformların tek bir pakette ve hemen çözümlenmesinden yanayım, bazı konularda reformların gecikmesinin maliyetinin “zamanın ruhuna” uygun davranmamaktan çok daha yüksek olacağını düşünüyorum.
Ancak, benim kişisel kanaatimden ayrı olarak, yaşanan gelişmelerin AK Parti’li dostumuzu haklı çıkarmak yönünde olduğu izlenimini de edinmiyor değilim doğrusu.
Gelmek istediğim nokta ülkemizde son günlerde TBMM’den güvenoyu alarak siyasal iktidarı almış bir siyasal hareket ile yargının, Anayasa Mahkemesi’nin üslup ve içerik olarak gerçekten üzücü tartışmaları, atışmaları.
Çağdaş, gelişmiş bir siyasal sisteme, bir devlete sahip olmanın özeti şudur muhtemelen: Seçimle, adil, demokratik bir seçimle TBMM çoğunluğunu elde eden siyasi hareketin ülkenin temel kamu hizmetleri üretimini belirlemesi yani iktidar olması demokratik bir sistemin vazgeçilmezidir, gelişmiş, olgun bir siyasal sistemin gerekli koşulu tartışmasız bir biçimde bu yetkidir, bizde buna ağırlıklı olarak milli iradenin siyasal üstünlüğü deniyor, bu tabire bir itirazım yok.
Hükümet etme yetki ve gücünü çoğunluk oylarının, sandalyelerinin alması bir demokratik sistemin gerekli ve vazgeçilmez koşulu.
Ancak, sistemin, devletin gerçekten demokratik bir hukuk sistemi, devleti olarak tanımlanabilmesi için milli iradenin bu yetkiyi evrensel hukuk kural ve ilkeleri çerçevesinde kullanması da bu sistemin demokratik bir hukuk sistemi olmasının yeterli koşulu.
Milli irade gerekli, evrensel hukuk ise yeterli koşul, konu bu kadar yalın, bu kadar basit.
Türkiye’nin 1950 sonrası siyasi serencamına baktığınızda ise durumun benim varsaydığım ölçüde yalın ve kolay olamadığı anlaşılıyor.
14 Mayıs1950’den 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar gelişmiş, olgun, demokratik bir siyasal sistemin olmaz ise olmazı, yeterli değil ama tartışmasız bir biçimde gerekli koşulu olan milli irade yani çoğunluk tercihlerinin kamu hizmeti üretimi olarak tanımlanan siyasete egemenliği konusunda çok ciddi sorunlar vardı.
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri, 27 Nisan 2007 muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, Genelkurmay’ın zırt pırt sitesine koyduğu o bıktırıcı, saçma sapan açıklamalar (!), sayamayacağım kadar vesayetçi yüksek yargı kararları 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar gelişmiş bir siyasal sistemin vazgeçilmesi mümkün olamayacak gerekli koşulu olan milli iradenin egemenliğini çok büyük ölçüde örseledi.
Olgun, gelişmiş bir siyasal sistemde milli iradeyi taçlandıracak olan yeterli koşul evrensel hukuktan bahsetmiyorum bile çünkü askeri ve yargısal vesayetin olduğu bir yerde zaten evrensel hukuktan söz etmek bile abesle iştigal olabilir.
Kanımca, 22 Temmuz 2007 seçimleri, 2010 referandumu, 2011 seçimleri, 2014 yerel seçimleri/referandumu artık geri dönüşü kolay olmayacak bir biçimde milli iradenin zaferi anlamına geliyorlar.
Bundan sonra, olağanüstü hatalar yapılmaz ise, milli iradenin egemenliği artık tartışma dışı gibi ve iyi ki de öyle.
Buraya da 64 senede ancak gelebildik.
Ama, bu kez de, sistemi taçlandıracak evrensel hukukun tartışma dışı olması gereken ilkeleri konusunda kafalarda haklı sorular, istifham var.
Ülkem Türkiye için en büyük temennim milli iradenin egemenliğini taçlandıracak evrensel hukuk için de 64 sene beklemek zorunda kalmamamız.
AB süreci muhtemelen bu süreci çabuklaştıracak, garanti altına alacak en etkin yol.