2000’li yılların başından bugüne yaşadığımız şeyler, temelde bu ülkenin hak ettiği değişimin uzatmalı öyküsünden ibarettir. Uzatmalı çünkü iktidar üzerinden hak edilmemiş güç kullanımı kullanan veya bunu arzulayan kurumların hiçbirisi demokratik duygu taşımamaktadır. Demokrasi onlar için çoğu kez birer görüntüden ibarettir ve bu yüzden de demokrasinin yıpranıp yıpranmaması umurlarında değildir.
Böyle olduğu için, dört askeri darbe ve sayısı hala bilinemeyen darbe girişimine bulaşmış olan silahlı kuvvetler ve bu gücü yöneten asker sınıfı yargılanmalarına rağmen özeleştiri ve tarih önünde itiraf gibi demokratik yöntemlere müracaat etmemiştir. Çünkü, vesayet geleneği için demokratik davranış biçimi çoğu zaman bir ayıp ve zaaf kabul edilmektedir. Milletten, hukuktan, parlamentodan ve neticede tarihten özür dilemek kabul edilemez bir davranış biçimidir.
Dolayısıyla Türkiye, vesayetle mücadelesini modern bir tarzla, mesela uzlaşmayla değil toplumun demokratik olana verdiği payın büyüklüğü sayesinde yapabilmektedir. Asker ancak güçlü AK Parti iktidarları ve Erdoğan liderliği sayesinde geriletilebilmiştir.
Bugün demokrasinin karşı karşıya bulunduğu cemaat vesayeti de sadece bu yolla geriletilebilir. Kimsenin, kendi sınırlarını anlaması, hukuki hadleri benimsemesi ve en nihayet millet iradesine sadakati bir prensip olarak kabullenmesi beklenmemelidir. Bu topraklarda o ahlak ve meziyet yoktur. Asker-yargı nasıl iştahlıysa, onlardan boşalan derin devlet ünitelerine hücum eden yeni derin devletçi unsurlar da aynı iştaha sahiptir. Bildikleri ve etüd ettikleri neticede bu gelenekten başka bir şey değildir. Böyle olduğu için; nasıl eski vesayetçiler kendi tabanlarını tarihi olarak azınlık ve anti-demokratik bir hatta mahkum etmişlerse cemaat adına hükümete darbe tertipleyenler de tabanlarındaki saf, temiz ve ahlaklı insanları aynı kadere sürüklemekte beis görmemektedirler. Malum, iktidar arzusu bir kez şişeden çıkarsa bunun önünde akıl, mantık, etik ve hatta maneviyat kalmaz. Yakın ve uzak tarih böyle sayısız örneklerle doludur, ne yazık ki?
Tarihimizde örneği olmayan tek ve yeni şey ise milletin kendi iradesine sahip çıkma kabiliyetinin artık tahakkuk etmiş olmasıdır. Osmanlı’dan 2000’li yılların başına kadar hükümet düşürmek -çoğu kez lanetli bir iş olmakla beraber- hep mümkün olmuştu. Düşen düştüğüyle kalır, düşüren itibar da görebilirdi. Bugün artık değil...
Başka hiçbir desteğe gerek duyulmadan 17 Aralık darbe girişimini de imkansız kılacak olan Türkiye demokrasisinin ulaştığı bu seviyedir. İnsanlar, sahip oldukları en değerli şeyin iktidarı kendi iradeleriyle belirleme imkanı olduğu gördüler ve bu lezzeti tattılar.
Basit bir hesap hatası; 17 Aralık’ta sahneye konan son darbe girişimini daha baştan sonuçsuzluğa mahkum ediyor.
Bu yüzden 40 yıllık hareketin bütün sermayesi 40 günde tartışmalı ve toplum nezdinde şüpheli hale gelmiştir. Cemaat, Türkiye için en hassas olan şeye; millet iradesinin belirleme gücüne saldırmak gibi büyük bir hata yapmıştır.
Büyük ve inanılmaz bir hata...
Peki, cemaat bunu nasıl yapabildi?
Baştan beri cevabı aranan ama bulunamayan soru şudur. Gülen cemaati nasıl olup da kendinde hükümete karşı bir darbe tertipleme cesaretini buldu? Birkaç başka destekleyici soru da eklenebilir: “Cemaat olacakları göremedi mi? Bunu nasıl yaptı?”
Cemaat sözcüleri sorular karşısında anlaşılabilir sebeplerden dolayı sessiz ama düşünce dünyası cevap aramaya devam ediyor. Mesela, Bilkent Üniversitesi’nden Ömer Arslan Pazar günü STAR AÇIK GÖRÜŞ’te bu sorulara cevap arıyor. Bir cevap mı yoksa bir tartışmanın ipuçları mı, cemaat kendini dürüstçe ifade etmedikçe şimdilik bilemeyiz ama kesinlikle etkileyici cümleler. Arslan şöyle diyor:
“Kemalist rejimin türlü baskılarının hedefi olan AK Parti, muhalif kesimlerin diğer cemaatler gibi Gülen Cemaatine de yönelik tüm eleştirilerini kendi üzerine çekti ve Cemaat için adeta bir paratoner işlevi gördü. AK Parti sayesinde Gülen Cemaati unutuldu, ‘Hizmet olarak en rahat dönemini’ yaşadı... Cemaat ve AK Parti Hükümeti arasında açıktan sürdürülen kavga ile geldiğimiz noktada ise, Cemaat bu dokunulmazlık zırhını kaybetti. Bundan böyle, Gülen Cemaati adeta mikroskop lamına yatırılacak, amaçları, metodları, yapısal özellikleri ve şimdiye kadar irdelenmemiş diğer tüm yönleriyle uzunca bir süre tartışılacaktır. Kanaatimizce, tartışılması gereken boyutların en önemlisi Cemaate hakim olan ‘seçilmişlik psikozu’dur... Türkiye’de bu tür bir seçilmişlik sanrısının en fazla hakim olduğu cemaat Gülen Cemaatidir... Örneğin Gülen; bir ay kadar önce yayınlanan ‘Tarihi tekerrürler ve bir uzun temenni’ başlıklı sohbetinde bu ‘seçilmişlik sanrısını’ şöyle dile getiriyor: “bugün olup-biten hâdiseleri, kalb ve ruh rasathanelerinden temaşa edebilenler [yani Gülen Cemaati mensupları] ...kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu bütün teferruatıyla temsile çalışmaktalar. Onlar yürüyor, yollar onlara selâm duruyor. Yürüdükleri her yerde aşılmaz gibi görülen engeller onların karşısında secdeye kapanıp dümdüz kesiliyor; kesiliyor ve âdeta bu kutluların ayaklarına yüz sürüyor.’’ Yani bu satırlardan anladığımız kadarıyla, Allah-ü Teâlâ, ulvi bir görevi ifa için Gülen Cemaati’ni seçmiştir, bu nedenle, Cemaat mensupları kutludur. Kimse onların önünde duramayacak, hatta onlara secde edecektir!”
Ömer Arslan şunu da söylüyor.
“Seçilmişlik sanrısı pek çok sakıncayı da beraberinde getirmektedir. Öncelikle, Cemaat’in ‘biz de hata yaptık’ demesini imkânsız kılar.”
Bugünün tarihi kesinlikle bu soruların cevabı üzerinden yazılacak, söyleyelim. Yazının tamamı için:
http://haber.stargazete.com/acikgorus/gulen-cemaati-ve-secilmislik-sanrisi/haber-837592#