Geçen hafta, Yükseköğretim Kurulu yani YÖK’ün 6 Kasım’da kuruluşunun 32. yıldönümüydü. Her zamanki gibi protesto ve eylemler yapıldı. Sloganlar atıldı. “YÖK Kaldırılmalı!” dendi. Bütün bunlarda yeni bir şey yok.
Ancak, aynı gün, yeni olan bir şey vardı. YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya, “Akademik Özgürlük Bildirisi” yayınladı. Bu, her yönüyle önemli beyanname karşısında bile birçok kişinin önceden ezberlediği şeyleri tekrar etmesi, Türkiye’de yükseköğretim alanında ne kadar büyük bir sığlıkla ve kes-yapıştır kültürüyle karşı karşıya olduğumuzun en somut göstergesi.
Söz konusu bildiri, neyi etkiler, onu şimdiden bilemem ama Türkiye üniversite tarihi açısından oldukça büyük sembolik bir değere sahip. YÖK, hep yasak getirdi ve gücünü aşırı yetkilerinden aldı. YÖK bu defa, özgürlükler adına bir bildiri yayınlıyor.
Cumhurbaşkanının kritik rolü
YÖK ezberleri, üniversitelerde yaşanan sorunları YÖK ve Başkanlarıyla ilişkili görür. YÖK ve Başkanlarına aşırı bir güç atfedilir ve adeta “şeytanlaştırılır.” Oysa Türkiye’de YÖK’e ilişkin en temel sorun, Anayasal olarak topluma karşı sorumsuz olan Cumhurbaşkanının rolüyle doğrudan ilişkili olmuştur. Kenan Evren olmadan İhsan Doğramacı anlaşılamayacağı gibi; Turgut Özal olmadan Mehmet Sağlam; Süleyman Demirel olmadan Kemal Gürüz; Ahmet Necdet Sezer olmadan Erdoğan Teziç; Abdullah Gül olmadan Yusuf Ziya Özcan ve Gökhan Çetinsaya anlaşılamaz.
YÖK Başkanları, bağlı oldukları Cumhurbaşkanının genel çerçevesiyle uyumlu hareket etmişlerdir. YÖK Başkanlarının hükümeti ve toplumu zaman zaman karşısına alması, Cumhurbaşkanlarının doğrudan izni ve hatta teşvikiyle mümkün olabilmiştir. Gürüz’ün başörtüsü ve katsayı yasaklarını sürdürmesi de ancak Demirel’in desteği ve onayıyla mümkün olmuştur.
Yükseköğretimde normalleşme
Cumhurbaşkanları, çatışmadan uzak kalınmasını istedikleri zaman, daha “uysal” bir YÖK karşımıza çıkmıştır. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığının ve Mehmet Sağlam’ın YÖK Başkanlığının kısa sürmesi, o yıllarda yaşanan kısmi normalleşmenin kalıcı olmasına izin vermemiştir. Daha kötüsü, Demirel’in Cumhurbaşkanı olması ve 28 Şubat dönemine girilmesi, üniversiteleri, tarihinin en karanlık dönemine sokmuştur.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2007’den itibaren üniversiteleri normalleştirmek ve asli işlerine odaklanmalarını sağlamak konusunda hassas olduğu görülmektedir. Gül’ün 2007 yılının sonunda Yusuf Ziya Özcan’ı YÖK Başkanı olarak ataması, yükseköğretimde normalleşmenin başlangıcı olmuştur. Özcan, hem başörtüsü yasağının hem de üniversite giriş sınavında uygulanan katsayı farkının kaldırılması adına cesur adımlar atmış; yükseköğretimi toplum ve hükümetle çatışma alanı olmaktan çıkarmıştır.
2011 Aralık’ta göreve gelen Gökhan Çetinsaya da Özcan’ın bıraktığı noktadan devam etmiş ve yükseköğretimdeki normalleşmeyi kurumsallaştırmaya çalışmıştır. Çetinsaya’nın yayınladığı bildiri, dayandığı felsefî arka-plan itibariyle üniversiteyi bir siyasi kavga ya da kadrolaşmanın mekânı olarak görmek yerine, gerçek anlamda evrensel norm ve uygulamalara dayalı bir öğrenme ve araştırma mekânı olarak görmektedir.
Ne yapılmalı?
Bugüne kadar YÖK’e ilişkin en temel sorun, bu kurumun, topluma hesap vermemesiydi. Bu çerçevede Kurul’un ciddi bir reforma hâlâ ihtiyacı var. YÖK alternatifleri; slogan ve ezberlerin baskıcılığından uzak bir şekilde tartışılmalı. Tabi bir de, Cumhurbaşkanının artık halk tarafından seçileceği de unutulmadan...
Rektörlere âcizane tavsiyem; bu bildiriyi çoğaltmaları, bütün öğretim elemanlarına ve öğrencilerine ulaştırmaları. Ayrıca, akademik özgürlük konusunda ne kadar çok panel ve konferans düzenlenirse, farkındalık o kadar çok artacaktır. Türkiye’de üniversitelerin geçmişte karanlık dönemlerden geçmeleri, sorumsuz Cumhurbaşkanlarıyla ilgili olduğu kadar sorumsuz ve pısırık üniversite çalışanlarıyla ilgilidir. Zira bir öğrencinin öğrenme hakkını kısıtlamak, hiçbir Başkan, rektör, dekan ya da üniversite çalışanının haddine değildir!