İttihatçıları iyi tanımadan, hâlâ örnek alınan "31 Mart Entrikası"nı anlamak mümkün değildir. Bu yüzden önce ilk bölümü okumanızı ısrarla tavsiye ediyoruz:
https://www.star.com.tr/yazar/chpnin-atalarimiz-dedigi-jon-turkleri-ne-kadar-taniyoruz-yazi-1937771/
Ayrıntılarını yukarıdaki linkte anlattığımız Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte, Sultan Abdülhamid Han Yıldız Sarayı'na adeta hapsedilmiş, "dünün komitacıları" olan İttihatçılar, devlet yönetimine fiilen el koymuştu. "Saray"ı bile gölgede bırakan bir "başvuru makamı" olmuşlardı![1]
Cezaevlerindeki bütün katil, hırsız ve namussuzları, "yemin" karşılığında salıvermişlerdi. Sarhoşlar; serseriler sabahlara kadar nara atıyor ama zaptiye bile karışamıyordu. Çünkü hürriyet gelmişti!
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC) seçtiği ilk mebuslardan 140'ı İttihatçı, 60'ı Arap, 25'i Arnavut ve 48'i de Yahudi; Ermeni; Rum; Bulgar; Derezî; Marunî ve Süryanîlerden oluşuyordu. Kimler mebus olmamıştı ki... Vitaliler; Hallaçyanlar; Kirkorlar; Kostantinler...
Rothschild ailesinden Sassoon Efendi Bağdat Mebusu, Osmanlı Bankası'nı basan Ermeni çete lideri Pastırmacıyan da Erzurum Mebusu olmuştu. Bu mebusumuz, I. Dünya Savaşı'nda Rus Ordusu'na katılacak ve Müslüman katliamı yapacaktı!
17 Aralık 1908 günü toplanan Meclis-i Mebusan, Paris'te yetişen ve İslâm düşmanlığıyla övünen; yüksek dereceli Mason Ahmet Rıza Bey'i "başkan" seçmişti. Tebrik için gelen Hayim Nahum'a "Musevîler, Filistin'e; hiçbir kısıtlama olmadan yerleşebilir" teminatı vermişti.[2]
Bütün azınlıkların Meşrutiyet sayesinde Türklerle "vatan kardeşi" olacağına inanan İttihatçı lideri Talat Paşa, Meclis kürsüsünde "Osmanlı kardeşliği"nden bahsedince, mebus Yorgo Boşo, "Paşa, Paşa... Sen hangi kardeşlikten bahsediyorsun. Biz ancak Osmanlı Bankası kadar 'Osmanlı'yız" demişti. Nitekim bütün azınlık mebusları; "bağımsızlık" mücadelesine başlamıştı.[3]
Enver Paşa ise, "Orduyu gençleştiriyoruz" bahanesiyle bütün tecrübeli zabitleri kovmuş; acemi komitacıları almıştı. Üstelik de cephelerde ömür çürütmüş bu gazileri, aynen 28 Şubat 1997'deki gibi hiçbir hak tanımadan sefilliğin kucağına atmışlardı. Bu sorumsuzluk sonucu ordu daha da zayıflamış ve "millî felâket" haberleri gelmeye başlamıştı. Bir günde (5 Ekim 1908) Bulgaristan; Girit ve Bosna-Hersek elden gitmişti.
İttihatçıların ise, derdi başkaydı! Devletin sevk ve idaresine karışmasına asla izin vermedikleri Sultan Abdülhamid Han'ın, bu vahametler sebebiyle yönetimi yine ele alabileceğinden endişe ediyorlardı!
Bir şeyler yapmaları gerekiyordu!
İttihatçılar, Abdülhamid Han'ı devirerek kendilerini garantiye alma peşindeydi. İngiltere ve Fransa'nın hedefi ise, II. Meşrutiyet'i kullanarak Abdülhamid Han'ı ve Hilafeti yok etmekti! Hatta Meşrutiyet'in ilanından sonra, "son adım"ın gecikmesine bile kızmışlardı! Talat Paşa, Mason arkadaşı Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ile birlikte, Meşrutiyet'e verdikleri desteğe teşekkür için gittikleri İngiliz Sefaretine kabul edilmemişti! Büyükelçi Lord Nicholson, içeride olduğu halde "Yok" dedirtmişti!
Rıza Tevfik, hiçbir anlam veremedikleri bu hayal kırıklığının perde arkasını, yıllar sonra oğlu Said'i görmek için gittiği Londra'da Lord Nicholson'a sormuş ve şu ibretlik cevabı almıştı:
"Desteklediğimiz Jön Türklerden büyük bir netice bekliyorduk. 'Meşrû ihtilâl (Meşrutiyet) olacak, Sultan da; Hilafet de alaşağı edilecek' diye düşünüyorduk. Fakat Meşrutiyet'i ilan ettiniz ama Sultan da; Hilafet de yerinde duruyor. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul (lakaytlık) gördünüz."
Tevfik Bey'in safça sorduğu, "Hilafet, Büyük İngiliz Devleti'ni neden bu kadar şiddetli ilgilendiriyor" sorusuna verilen cevap daha da sarsıcıydı:
"Dostum! Biz Mısır'da ve Hindistan'da Müslümanları etkimiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık ama muvaffak olamadık. Hâlbuki Halife? Yılda bir selam-ı şahane ve Kur'an gönderiyor ve bütün Müslümanları, hudutsuz bir hürmetle emrinde tutuyor."[4]
HÂLÂ KULLANILAN "İRTİCA" O DÖNEMDE KEŞFEDİLDİ!
İttihatçıların İngiliz önderlerinden Tapınakçı Aubrey Herbert de zaten bu aşamayı bekliyordu. Hemen (Kasım 1908) İstanbul'a gelerek, "tedirgin" İTC liderleriyle görüşmüş ve "süreci" başlatmıştı. "Hal' Operasyonu"nu, Masonlar adına Selanik Mebusu Carasso koordine edecekti![5]
Orduyu, "Jön Türk"leştirmişlerdi ama Abdülhamid Han'ı askerî bir darbeyle indirmeleri hâlâ imkânsızdı. Sadece "Hassa Ordusu" her şeyi alt üst edebilirdi. O zaman, ne Meşrutiyet; ne de İttihat Terakki kalırdı!
O halde, "post-modern bir darbe" olmalıydı. Yani, "Meşrutiyet nimeti" değerlendirilmeli; Abdülhamid, Meclis-i Mebusan'ın kararıyla hal' edilmeliydi.
İttihat Terakki Meclisi'nden bu kararı almak çok kolaydı ama bir problem vardı! "Efkâr-ı umumiye"yi de ikna edecek "güçlü" bir gerekçe üretilmeliydi!
Entrikacı İngiliz entelijansı için bundan kolay ne vardı! Öyle bir "maymuncuk" keşfetmişlerdi ki, Cumhuriyet döneminde de defalarca kullanmış ve hâlâ miadı dolmamıştı!
Meşrutiyet'in ecnebîliği ve İttihatçıların Masonluğu "avantaj"a dönüştürülecekti! Yani herkesin; "Meşrutiyet düşmanı Müslümanlar yaptı" diye düşüneceği bir "kalkışma" düzenlenecek ve bu "İRTİCA" ayaklanması(!) Abdülhamid Han'a maledilecekti! Gerisi kendiliğinden gelecekti!
HAİN TİYATRO, "İRTİCA" SAHNESİYLE BAŞLADI
İngiliz hafızalı Masonik zeka, uzun metrajlı bir "Entrikalar Kumpanyası" hazırlamıştı.
Bir önceki yazımızda ilginç ayrıntılarını paylaştığımız "şer cephesi" İTC, hiç acele etmeyecek, Carosso'nun yönetmenliğinde her sahnenin hakkını vererek; Saray'a doğru ilerleyecekti!
Önce, samimi Müslümanlardan oluşan "saf" bir "irtica ordusu" hazırlamaları gerekiyordu. Selanik'teki Avcı Taburları bu iş için biçilmiş kaftandı. Zira 3. Ordu'nun kumandanları Yahudi hizmetçisi dönmelerdi ama taburlar; dinine ve geleneğine sımsıkı bağlı askerlerden oluşuyordu.
Bu sebeple, Selanik'teki 3. Ordu'ya mensup 2, 3 ve 4. Avcı Taburlarını, "Meşrutiyet'in Bekçileri" gerekçesiyle 19 Ekim 1908 günü İstanbul'a getirip Taşkışla Kışlası'na yerleştirmişlerdi!
"Sivil" kanatta da garip şeyler oluyordu. Kıbrıs'ta İngiliz İstihbaratına çalışan bir "salon adamı" olan Derviş Vahdeti, İstanbul'a gelmiş ve "Şeriatçı" oluvermişti! İngiliz Sefaretinin desteğiyle, 10 Kasım 1908'de "Volkan" gazetesini çıkarmaya başlayan Vahdeti, "İslâmî" bilinen bazı isimlerle de "İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti" kurmuştu. 6 Şubat günü yapılan açılış töreninde, "Bu Cemiyet, devletin; Şeriata göre yönetilmesini temin için kuruldu" gibi garip laflar edilmişti!
Yeni şubelerin açıldığı 3 Nisan günü düzenlenen büyük mitingde konuşan Said-i Kürdî de, Şeriata aykırı hareketlerin ifşa edilmesini istemişti! Mitingi izleyen gazeteci Ali Kemal, meslektaşı Süleyman Tevfik Bey'e "Zat-ı âlinizin medrese tecrübesi var, lütfen bana izah eder misiniz; payitahtta Şeriata münafi (aykırı) ne var" diye sormuştu![6]
"Volkan"dan 6 gün sonra ise yeni bir Meşrutiyet muhalifi gazete olan "Serbestî" yayına başlamıştı. Bu Meşrutiyet karşıtı mürteciler(!) neyine güveniyordu da, muhaliflerin silahla susturulduğu günlerde bangır bangır muhalefet yapıyordu!
Paris'in meşhur "Jön Türk"lerinden "Mizancı Murad" da İstanbul'da yayınlamaya başladığı "Mizan" gazetesinde, can dostu olan İttihatçılara acımasızca saldırıyordu! "Şeriat elden gidiyor. Meclis kapatılsın" gibi yayınlarla, "Abdülhamid, Meclis'i kapatmak için matbuatla zemin hazırlıyor" algısı oluşturuluyordu.
Sinsi plânın "Batı Cephesi" olan Avrupa basını ve İngiliz Sefareti ise, Müslümanları galeyana getirmek için "İttihatçıların ateist, Yahudi ve Masonlardan oluştuğu" gerçeğini yayıyordu!
ÖNCE KIŞLADAKİ ASKERLERİ "BARUT"A ÇEVİRDİLER!
Bu tahriklerden sonra, Rumi 27 Mart 1325 (9 Nisan 1909) Cuma günü yeni bir aşamaya geçmişlerdi! Taşkışla'daki koğuşlarda ortaya çıkan "sarıklı hoca"lar, askerlere "iman"ı anlatıyor, "Şapka giyen dinden çıkar" diyordu!
Ne yaptıklarını soran komutanlara ise "Hassa Ordusu Kumandanlığı'nın talimatıyla emr-i maruf yapıyoruz" demişlerdi. Oysa askerlik; hiyerarşi demekti. Böyle bir karar mutlaka; "yazılı" bildirilirdi. Ayrıca, görev belgesi olmayan bu garip adamlar, izinsiz kuş uçurtulmayan "nizamiye"den nasıl girmişti?[7]
Aslında İttihatçılar, Avcı Taburu askerlerini "mürteci" rolüne hazırlıyordu!
İngiliz Sefareti'nin, sözde "Şeriatçı" gazeteler üzerinden yürüttüğü tahrikler, sonraki günlerde de artarak devam etmişti!
Selanik'te de anlamsız(!) bir hazırlık vardı! 3. Ordu Kumandanı tayin edilen Mahmud Şevket Paşa, hiçbir gerekçe yokken Bulgar; Yunan; Yahudi ve Ermeni militanlardan oluşan ayrı bir "ordu" kurmuştu.
"FES ÇIKARILACAK, ŞAPKA GİYİLECEK!"
Ve meşhur Rumî 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) Salı...
Taşkışla'daki Bando Mızıka Birliği, kimin verdiği bilinmeyen bir emirle; "Askerler! Avluda toplanın!" marşı çalmıştı. Toplananlara da, "Dikkat... Paşa avdet etti" komutu verilmişti!
"Şevketlu Padişahımızın Ferman-ı Hümayunlarını okuyacağım, can kulağıyla dinleyiniz" şeklinde söze başlayan "meçhul Paşa" itinayla açtığı Ferman'ı(!) okumuştu:
"Ben irade ediyorum. Yeni bir başlık giyeceksiniz. Hiçbir dinî mahzur olmadığına dair Şeyhülislâm'dan fetva da aldım. Ulülemre itaat vaciptir."
Yeni başlığın ne olduğunu iyi anlatmak için başındaki fesi çıkararak yanında getirdiği "Gavur Şapkası"nı giyen bu "sahte paşa" aslında, Carasso'nun yönettiği ihanet tiyatrosunun oyuncularından biriydi. O gün Bando Mızıka Takımı'nda görevli olan İttihatçı Mustafa Turan Bey'in aktardığı gerçek çok çarpıcıydı:
"Meğer Paşa ve maiyetindeki zabitler, isyanı organize etmek için sahte üniforma giydirilmiş mühim İttihatçı şahsiyetlermiş. Erat, bir 'Paşa'nın okuduğu 'Ferman'ın, isyan çıkartmak için tertiplendiğini düşünemezdi. Bu zamanda Müslümana 'Şapka giy' demek, barut fıçısına ateş atmak gibi bir şeydi. Bu talimatın, reaksiyona sebep olacağı muhakkaktı."[8]
Tam da "sahte dindar" gazetelerin, "Şerî yönetim istiyoruz" manşetlerinden sonra gelen bu "şapka" talimatı çok dikkat çekiciydi!
Bu fermanın(!) okunmasından sonra devreye giren "çavuş" kılıklı İttihatçı Ömer Naci Bey, "Asker kardeşlerim, siz Müslüman değil misiniz? Şapka giymek ne demek? Din-i Mübin-i İslâm'ın evlatlarını düpedüz gâvur yapacaklar" diyerek, dindar eratı; pimi çekilmiş bombaya çevirmişti.
Hemen devreye giren bir başka fitneci, "Ne duruyorsunuz? Haydi hep beraber Mebusan'a gidelim" demişti. Askerlerden biri kılığındaki İttihatçı da "Evet, ne duruyoruz" diye bağırmıştı! Bunlar ise, Bahaeddin Şakir Bey ve İTC Genel Sekreteri Midhat Şükrü Bey idi![9]
Borazanlar da "Silah Başı" borusu çalmıştı. Kışla tamamen karışmıştı. Ortalığı yatıştırmak isteyen komutanlar ise koğuşa kapatılmıştı. Askerî hapishanedeki mahkûmlar da sokağa salınmıştı. İttihatçıların, "Meşrutiyet'i korumak için getirdik" dediği Avcı Taburları, Meclis-i Mebusan'a giderek (olmayan) "Şapka Kararı"nın düzeltilmesini isteyecekti!
Dolmabahçe'ye akın eden askerlerin arasına karışan "tahrikçiler" havaya ateş açmış ve askerlerin de, Abdülhamid Han'ın Almanya'dan getirttiği mavzerleri ateşlemesiyle korkunç bir çatırtı kopmuştu. Yeni katılımlarla oluşan "insan seli" Karaköy Köprüsü'ne doğru akmıştı.
Aynı yöntemle Beyoğlu Topçu Kışlası da ayaklandırılmıştı. Günlerdir yapılan tahrikler hedefine ulaşmıştı. Bütün bunların bir "entrika" olduğunu kimse düşünememişti!
"CÜBBELİ İTTİHATÇILAR" DA KATILDI
Çok aşamalı bir organizasyon, adım adım uygulanıyordu. Yeni Cami'ye gelince, Mason Derviş'in o gün için kurduğu İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti'ne mensup İttihatçılardan oluşan "beyaz sarıklı aczimendiler" de, "Askerlerimize şapka giydirip gâvur yapacaklarmış! Şeriat elden gidiyor" diye bağırarak kalabalığa karışmıştı. Oysa Şeriat'ı yok etmeye çalışan bizatihi bu Masonlardı!
Kandırılmış askerlerle; aralarına karışan "sivil" ve "hoca" kılıklı İttihatçılardan oluşan kalabalık, tekbirler eşliğinde Ayasofya Meydanı'na ulaştığında buranın da tıklım tıklım dolu olduğu görülmüştü! Atlı Tramvaylar, tek çıkış olan Divanyolu Caddesi'ni kapatmıştı.
İsyancı askerler Meclis-i Mebusan'ı kuşatmıştı. "Şeriat isteriz" sloganları, meydandan yükselen tekbir seslerine karışıyordu. Bunun, Müslümanlar tarafından düzenlenen bir "irtica" ayaklanması olduğu algısını güçlendirmek için Hayret Efendi ve Padişah'ın Ders Nâzırı Halis Efendi gibi isimleri; asker zoruyla getirmişlerdi.
Hangi "şeriat" isteniyordu? Padişah aynı zamanda "Halife" olarak yerinde duruyordu. Nitekim "Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiyye" adı altında birleşen ulema, bu fitneyi desteklemediğini açıklamıştı.
O günkü konjonktürde darbe için "Şeriat elden gidiyor" sloganını kullanan İngiliz şeytanî zekası, laik Cumhuriyet döneminde ise tam aksi ortam olduğu için "Şeriat geliyor" yaygarası kopararak darbe yapacaktı!
KALABALIĞI İNGİLİZ MAŞASI "DERVİŞ" YÖNETİYORDU!
On binlerce kişi, meydanın her yerine yayılmış olan cübbeli İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensupları ile onların talimatlarını uygulayan çavuş ve onbaşılar tarafından yönetiliyordu. "Cübbeliler" ise talimatı, meydanın en hâkim noktasındaki Üç Kahve'de kurulan karargâhta oturan Derviş Vahdeti'den alıyordu.
Abdülhamid muhalifi bir gazeteci olan Süleyman Tevfik, Ayasofya Meydanı'nda olup bitenleri; yerinde izledikten sonra şu değerlendirmeyi yapmıştı:
"Büyük bir panik oluşturmak isteniyordu. Şehir ateşe verilecekti! Sonra da Garbî devletler müdahale edecekti. Şayiaların kaynağı olan ekalliyetleri, kilise ve patrikhane yönlendiriyordu. Tecrübemle anladım ki, hâdisenin plânlayıcıları sadece içimizdekiler değildi."[10]
Yıldız Sarayı'nda yapılan değerlendirmede ise, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, "Askeri tahrik hadisesi, üç beş hocanın işi değil. Belli bir kaynaktan idare edildiği anlaşılıyor" demişti.[11]
Albay İsmail Erdoğan'ın, "Çiçeği burnunda birer mülazımdık. İttihatçılar bize de 'nefer' elbisesi giydirdi. 31 Mart hadisesine karıştık. Buna mükâfat olarak da, terfi zamanını beklemeden terfi ettik" itirafı her şeyi açıklıyordu![12]
VE "KANLI OYUN"DA SON PERDE!
Sonraki günlerde durum sakinleşmişti ama İstanbul'da "Şeriat elden gidiyor" yaygarası yapanlar, Selanik'te de "Meşrutiyet yıkılıyor" temposunu sürdürüyordu!
O halde Meşrutiyet'i kurtarmak gerekiyordu!
İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticileri, hazır bekletilen "darbe ordusunu" hemen İstanbul'a göndermeye karar vermişti!
Şevket Paşa'nın bu ordusunda, Osmanlı askeri azınlıktaydı. "Hareket Ordusu" denilen "bozguncular" arasında, Balkanlar'da devlete kök söktüren Makedonya İhtilalci Teşkilatı'nın eşkıyaları, Ermeni Hınçak ve Taşnak mensupları; Sandanski, Paniça, Çirçis, Kapitan Keta, Krayko gibi çete reisleri vardı.
Ayrıca Selanikli 700 Yahudi'den oluşan "Gönüllü Musevî Taburu" da yerini almıştı. Yaklaşık 40 bin kişiden oluşan "ordu", Başkumandan Şevket Paşa ve Kolağası Mustafa Kemal Bey yönetiminde, 16 Nisan Cuma akşamı (31 Mart kışkırtmasından 3 gün sonra) trenle yola çıkmıştı.[13]
İttihatçı liderleri Enver ve Cemal Beylerin de bulunduğu "Hürriyet Ordusu"nun İstanbul'a gelmesi hakkında ne Padişah'ın iradesi; ne de Meclis'in kararı vardı. Yani bu hareket kanunsuzdu!
Bozguncular, 19 Nisan 1909'da Yeşilköy'e ulaşmıştı.
Yeni Sadrazam Ahmed Tevfik Paşa, 22 Nisan Perşembe günü Yeşilköy'e bir heyet göndererek, şehirde asayiş sağlandığını ve Meşrutiyet'in korunduğunu iletmiş; "Hareket Ordusu İstanbul'a girmesin, aksi takdirde ortalık tekrar karışır" şeklinde uyarmıştı. Ancak şehre girmek üzere emir aldığını söyleyen Ordu Kumandanı, Sadrazam'ın talimatını reddetmişti.
Bakmayın, "Şehre girmeyin" ricalarına... Hükümet'ten Meclis ve Ayan üyelerine kadar herkes Yeşilköy'e koşmuş ve aynı gün (22 Nisan) Hareket Ordusu elebaşlarıyla, Yat Kulübü'nde yaptıkları gizli toplantıda "Sultan'ı hal" kararı almışlardı.
Tabii ki "31 Mart Kalkışması", iddia edildiği gibi aniden gelişen irticaî tehdidi bertaraf etmek için başlayan bir "tedbir" hareketi değil, aylar öncesinden planlanmış bir "post-modern darbe" idi. "İrtica" bahanesi de, bu darbeye gerekçe oluşturması için üretilmişti. Ermenilerin yoğun olduğu Adana vb. bölgelerde de benzer kalkışmalar çorap söküğü gibi peş peşe gelmişti. Bu bir tesadüf değildi.[14]
Yağmacılardan oluşan Hareket Ordusu'nun tavrından endişelenen 1. Ordu kumandanları müdahale için izin istemiş, "Bu çapulcuları kısa zamanda dağıtabiliriz" demişti. Abdülhamid Han da bundan emindi. Ancak, Halifelik sorumluluğunu hatırlatarak, "Müslümanı; Müslümana kırdıramam" demiş, Ordu Kumandanı Nazım Paşa'ya, harekete geçmemeleri için yemin ettirmişti.
"BENİM FERMANIM DEĞİL" DEDİ AMA OYUN BİTMEDİ
23 Nisan 1909 Cuma günü Selamlık Töreni için Yıldız Camii'ne giden Sultan, bütün zabitleri huzuruna çağırarak şöyle demişti:
"31 Mart günü okunan şey, benim fermanım değildir. Bu hadiseyi tahkik ettirdim. Bazı düşmanlar (yani İttihatçılar) tarafından tertip edilmiş maksatlı bir siyaset olayıdır. Sizleri aldatmışlar, kötü emelleri için tahrik etmişler."[15]
Birinci ağızdan yapılan "Benim öyle bir fermanım yok" açıklaması, 31 Mart'ta tezgâhlanan isyanın gerekçesini ortadan kaldırmıştı. Bu durumda, Hareket Ordusu'nun da, Selanik'e dönmesi gerekiyordu. Oysa İttihatçılar, bırakın İstanbul'u terk etmeyi; Yıldız Sarayı'nı ablukaya almıştı (27 Nisan 1909). Manidardır, senatör ve mebuslar da, Yeşilköy'e giderek, Yat Kulübü'nde toplanmıştı.
Tebaanın tepkisini bertaraf etmek için hazırlanan "çakma" fetva, tehdit edilen Fetva Emini Hacı Nuri Efendi'ye zorla imzalatılmış, Şeyhülislâm Ziyaeddîn Efendi de aynı çaresizlikle onaylamıştı![16]
Yılmaz Öztuna, meşhur Türkiye Tarihi'nde, "Hacı Nuri Efendi'ye zorla imzalatılan fetva meşrû değildi" diyor. Zaten yazılanlar da doğru değildi. "Dinî kitapları yaktı" iftirası attıkları Abdülhamid Han, zevcesi Müşfika Kadın Efendi'nin beyanına göre abdestsiz yere basmazdı. Hatta, abdest almaya teyemmümle giderdi.
SADECE RUM MEBUS SAVUNDU
Bu uydurma fetvayı alan oturum başkanı Küçük Said Paşa, Meclis'e "Sultan Hamid'in Hilafet ve Saltanat'tan hal'ine karar veriyor musunuz" şeklinde bir emrivaki yapmıştı!
Bütün mebuslar "Evet" anlamında el kaldırmıştı. Sadece Ayan Azası Sahib Molla Bey elini kaldırmamış, Rum Yorgiyadis ise "Yazıktır! Günahtır... Hepiniz Padişahın ekmeği ile yetiştiniz. Bari feragat etsin" demişti. İttihatçılar, bu Rum üyeye hücum ederek "Alçak, hain, mürteci!" hakaretleri eşliğinde tartaklamışlardı. Yaşlı Rum, başını elleriyle korumaya çalışırken ağlıyordu!
7 defa sadrazam tayin edilmiş olan Said Paşa, Sahib Molla'yı da tehdit ederek yeni oylamanın sonucu ilân etmişti:
"Sultan Hamid ittifakla hal' edildi!"[17]
DARBEYİ, TÜRK BİLE OLMAYAN "4 MASON" TEBLİĞ ETTİ!
Abdülhamid Han, Yıldız Sarayı'nda mahsur bırakılmıştı. İki gündür içeri kimseyi sokmuyor, hanedanın çıkışına da izin vermiyorlardı. Mutfaktaki malzemeler de bitmişti. Köşklerinde nimetler içinde yüzen nankör paşalar, her şeyi borçlu oldukları Abdülhamid Han ve haremine bir kâse çorbayı çok görmüştü![18]
İttihatçıları yöneten İngiltere ve Fransa'nın Sefirleri, kuşatma altındaki Abdülhamid Han'a giderek "Devletimiz emrinize amadedir" demişti! 33 yıllık dik duruşunu aynen muhafaza eden Ulu Hakan, "Teslim ol" çağrısı yapan İttihatçı patronlarına, "Etlerimi cımbızla koparacaklarını bilsem, bir ecnebi devlete ilticayı düşünmem!" cevabı vermişti.[19]
İngiliz uşaklarının "zorla" dikte ettirdiği darbe kararı, vesayet Meclis'inde "millet kararı" oluvermişti! Demek ki İngilizler, Osmanlı'ya Meşrutiyet getirmek için bu yüzden yırtınmıştı! Nitekim Ahmet Kabaklı da "İngilizler '31 Mart' diye bilinen mürettep (tertiplenmiş) 'irtica' olayını, Halife Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmek kastıyla, el altından 'İttihat ve Terakki' erkânına yaptırmıştı" diyor.[20]
28 Nisan sabahı Saray kapısında duran askerî otomobilden inen "Meclis-i Mebusan üyeleri" hemen içeri alınmıştı. Saray ananesine göre; gelenlere kahve ikram edilirdi ama Saray'da kahve bulunmadığı için özür dilenmişti!
Darbe kararını tebliğ için gelen heyet, Abdülhamid Han'ın "Ayan Azası" yaptığı Gürcü Arif Hikmet Paşa, Ermeni İhtilâl Örgütleri Temsilcisi Aram Efendi, Jandarma neferliğinden terfi ettirilen Arnavut Esad Toptanî Paşa ve darbe koordinatörü Emmanuel Carasso'dan oluşuyordu![21]
Farklı meşrepten darbecilerin tek ortak paydası, dördünün de "Mason" olmasıydı! Mebusan'da çok sayıda Türk Mason da vardı ama amaç Abdülhamid Han'dan intikam almaktı! Mazlum Sultan, tahtı tacı bırakmasına değil; bu haysiyetsizliğe hayret etmiş, İttihatçıların bu onursuzluğunu, "Müslümanların Halifesine, tahttan indirildiğini tebliğ edecek başka kimse bulamamışlar mı?" şeklinde dile getirmişti!
Yine de olup biteni metanetle karşılayan Sultan Abdülhamid Han "Allah biliyor ki benim bu isyanda hiç dahlim yoktur. Ben millet ve devletim için çalıştım. Ne çare ki düşmanlarım, bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istedi ve muvaffak oldu" demişti.
ÇAMAŞIRLARINI BİLE ALAMADILAR!
Tahliye için gelen Hüsnü Paşa ve Albay Galip Bey, Abdülhamid Han'ın "Çırağan'da oturmama müsaade olunursa, milletime duaya devam ederim" şeklindeki son ricasını kabul etmemiş; "Selanik'e gideceksiniz" demişlerdi. "Uzun yolculuğa yaşım müsait değildir. Allah'a kasem ederim ki, saltanatta gözüm yoktur, ailemle Çırağan Sarayı'nda ikametimi rica ediyorum" şeklindeki ısrarı da sonucu değiştirmemişti!
Çünkü ondan hâlâ korkuyorlardı! İstanbul'dan uzaklaştırmak istiyorlardı! Hatta Cizvit Blunt'a göre "Onu, hapiste bile olsa hayatta bırakmak tehlikelidir" diye düşünen Avrupalılar; "Göstermelik bir yargılamadan sonra idam edin" diyordu![22]
Sultanın kızı Ayşe Osmanoğlu'nun anlattıkları, Başmabeynci (özel kalem müdürü) Ali Cevad Bey'in bile hıyanetin zirvesine çıktığını gösteriyordu:
"Saray'dan ayrılırken yağmur yağıyordu. Annem, 'Efendiciğim! Biraz çamaşır falan alalım' deyince Cevad Bey, 'Hayır, olamaz! Gideceğiniz yerde her şey vardır. Bir an evvel çıkın' diye bağırarak mani olmuştu. Annem çok şaşırmıştı!"[23]
Nitekim hemen o akşam (28 Nisan 1909) bu acımasızlıklarla Saray'dan çıkarılan Sultan Abdülhamid Han ve ailesi, Sirkeci Tren İstasyonu'na götürülmüştü.
Bir rivayete göre, gittiğini bizzat görmek için Sirkeci Garı'na gelen Enver, Cemal ve Talat Paşalara, "Efendiler! Bu devleti zarara uğratmadan on sene idare edin; 'Yüz sene yönettik' diye iftihar edin" demişti. Gerçekten 31 Ekim 1918'de; yani sadece 9,5 yıl sonra Osmanlı yok edilmişti![24]
Sultan'ın ayrılmasından hemen sonra Saray'daki kadın hizmetkârlar sokağa atılmıştı ve İttihatçıların belâsından kimse sahip çıkamamıştı. Çok azı, Abdülhamid Han'ın eseri olan Darülaceze'ye alınmıştı! Açlıktan ölenler, "himaye" vaadiyle Beyoğlu batakhanelerine satılanlardan daha şanslıydı!
33 yıl önce, Abdülhamid Han'ın amcası Sultan Abdülaziz'in ailesine de benzer muamele reva görülmüştü. Nitekim o dönemde olup bitenleri iyi bilenler, "Bu millet Sultan Aziz'e yapılanların cezasını çekiyor. Sultan Hamid'e daha sıra gelmedi" demişti.
Nice zulümlerle devam eden yolculuktan sonra fitne merkezi Selanik'e ulaşan Sultan'ı, Yahudi devleti kurulması için her şeyini feda eden meşhur "Allatini Ailesi"ne ait köşke hapsetmişlerdi. Yahudilere toprak vermeyen Sultan, Yahudi mekânında hesap veriyordu!
YAHUDİLER NE İSTEMİŞSE VERDİLER!
Büyük bir İttihatçı heyeti 19 Temmuz 1909'da Londra'ya gitmişti. Başrollerde Türkiye Maşrık-ı Âzâmı Talat Bey ve Selanik Macedonia Risorta Locası Reisi Carasso vardı. İngiliz Siyonistleri Başkanı Sir Francis Montefiore'un, 25 Temmuz akşamı bu heyete verdiği yemekte, Yahudilerin Filistin'e göç etmesi gündeme getirilmişti. İttihatçıların cevabını, Londra'da yayınlanan "Standard" gazetesinin, "Jön Türkler, Abdülhamid'in Yahudilerden esirgediği izni veriyor" manşetinden öğreniyoruz.[25]
İttihatçı Refet (Bele) Paşa'yı anlatan kitapta bile "Hürriyet, eşitlik ve adalet parolasıyla yola çıkan İttihat ve Terakki Fırkası, uyguladığı yanlış politikalarla 10 yılda koca devletin dağılmasına ve yıkılmasına sebep oldu" denilmektedir.[26]
Bir tane idam kararı bile imzalamayan Abdülhamid Han'a "İstibdatçı, Kızıl Sultan" diyenlerin 31 Mart Darbesi'nden sonra kaç kişiyi astıkları hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Sadece İstanbul'da Beyazıt ve Divanyolu'na sığmayan idam sehpaları Sirkeci'ye kadar uzanmıştı. Yargı-zabıt söz konusu olmadığından, İttihatçıların toplam kaç kişiyi astığı asla anlaşılamayacaktı![27]
Ba'de harâb-ül Basra...
Kısa zamanda içeride ve dışarıda her şeyi berbat eden İttihatçılar, itiraf yarışına girmişti! Talat, Enver ve Cemâl üçlüsü başta olmak üzere bütün darbeciler, onun büyüklüğünü anlayamadıklarını söylemişti. Kaçma hazırlığı yapan Enver Paşa, Mersinli Cemal Paşa'ya, "Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük hatamız, Sultan Hamid'i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlerin oyununa âlet olduk ve onların hıyanetine uğradık" demişti.[28]
Ama artık İngilizler hedefine çoktan ulaşmıştı!
TÜRKİYE, YENİ İTTİHATÇILARDAN ÇEKMEKTEDİR!
"İttihat ve Terakki Projesi" kısaca, Haçlı Siyonist ittifakın Osmanlı Devleti'ni içeriden çökertmek için tezgâhladığı bir "Haçlı Ordusu"dur. Uzaktan kumandayla yöneterek 1908 kalkışmasını yaptırmış ve 1909 darbesi ile de Sultan II. Abdülhamid Han'ı tahttan indirtmişlerdir. Yani "İttihat ve Terakki", İstanbul'da kurdurulan, Selanik'te büyütülen, Paris ve Londra'da akortlanan ve sonra da Osmanlı'yı yıkmak için kullanılan bir "maşa"dır.
İttihat ve Terakki, öyle büyük bir operasyondur ki, Osmanlı'yı bitirmekle kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti'nin de "vesayetçi" kodlarla kurulmasını sağlamıştır. Bu yüzden Türk milleti, vatanını "yedi düvel" işgalinden kurtarmış ama "Yeni Versiyon İttihatçılar"la devam eden vesayet işgali yüzünden bir asır dizüstü sürünmüştür!
Ne yazık ki, İngiliz Büyükelçisinin arabasındaki atları çözüp kendilerini at olarak koşacak kadar savrulan "İttihatçı zihniyet" hâlâ çok kullanışlıdır. Nitekim günümüzün İttihatçıları olduklarını ilan eden CHP Genel Başkanı'nın, "Bizi yalnız bırakan İngiltere'ye çok kırgınız. Kendimizi terk edilmiş hissediyoruz" sızlanmaları, bu "müstemleke aidiyeti"nin tezahürüdür!
SONUÇ: İTTİHATÇILAR ARAMIZDA VE PUSUDA!
İttihat Terakki'yi hatırlatmamız kuru bir tarih yazısı değildir. Bizzat CHP Genel Başkanı'nın da itiraf etme cüretinde bulunduğu gibi "İttihatçı Zihniyet" günümüzde de aynen devam etmektedir. Bu zihniyetin en önemli özelliği, Türkiye düşmanlarının menfaati doğrultusunda, benzemezleri bir araya getirerek "şer cephesi" oluşturmaktır. İslâm dünyasının lideri potansiyeli taşıyan Türkiye, ne zaman ayağa kalkarsa, bu "şer cephesi"yle çelme takılmaktadır.
CHP'nin yaşattığı bu "vesayet"i, Türkiye'nin tekrar şahlandığı son yıllarda, tıpkı Abdülhamid Han dönemindeki gibi çeşitlendirmeye çalıştılar. Çünkü İttihat örgütü "sağlı-sollu" simalardan oluşmalıydı! Günümüzün "Cemaleddin Efganî"si olan Fetullah Gülen'in verdiği Yahudi taktiğiyle önce BBP'yi bu şer cephesine dahil etmek istediler. Ancak merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun ferasetli bir duruş sergilemesi üzerine bınu yapamadılar ve Yazıcıoğlu'nu FETÖ üzerinden şehit ettiler. İttihat'ın "sağ kanadı"nı tamamlamak için bu sefer de MHP'ye yöneldiler. Bunun için kaset operasyonları ve Meral Akşener öncülüğündeki fitnelerle partiyi ele geçirmeye çalıştılar. Ancak, en kritik dönemlerde "devlet" duruşu sergileyen Sayın Bahçeli'yi deviremeyince, "Daha iyi bir milliyetçi parti kurma" iddiasıyla MHP'den ayrılarak İYİ Parti'yi kurdular.
"Daha iyi milliyetçi parti"nin lideri Meral Akşener'in, milletin kürsüsünden Afet İnan'ın "İttihatçı" kitabını sallayarak "İktidara geldiğimizde bu kitabı ilkokuldan itibaren okutacağız" ifşaatını, bulduğu her mikrofona haykırdığı "Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet" parolasını; yeni İttihatçılar dışında kimse anlamadı. Çünkü milletimiz, İttihatçıların kim olduğunu; maalesef bilmiyordu!
Aynı İttihatçı zihniyet, Saadet, Gelecek, DEVA gibi muhafazakâr partileri, hatta CHP mağduru Demokrat Parti'yi; farklı argümanlar kullanarak "Stockhom Sendromu"na duçar eyleyip "şer cephesi"ne dahil etti.
Şimdilik başarısız olmaları kimseyi yanıltmamalı. Millete sadece "eski Türkiye"yi vadeden bu masanın; yüzde 48 oyu nasıl aldığı iyi sorgulanmalı. İttihatçı zihniyetin, Yahudi taktiğiyle çalıştığı unutulmamalı. Bunlar asla pes etmez, konjonktüre göre kılık değiştirerek ilerler. Bu meyanda, İttihatçı Akşener'den sonra İYİ Parti'den ayrılarak "karşı cephe"ye geçenlere çok dikkat etmelidir. Bu "Jön Türk neferleri"nin, kritik noktalara getirilmesi çok tehlikelidir.
SON SÖZ:
Sadece Türk milleti için değil, bütün İslâm âlemi için asırların fırsatı olan "Türkiye Yüzyılı"nın önündeki en büyük engel, yedi düvel değil; düşmanın içimizdeki kepçesi olan "Jön Türkler"dir.
[1] Orhan Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yayınları, İstanbul 2012, s. 94.
[2] Mustafa Turan Bey, Taşkışla'da 31 Mart, Aykurt Neşriyat, İstanbul 1964, s. 53.
[3] H. Cahit Yalçın, Talat Paşa'nın Hatıraları, Cumhuriyet Gazetesi Eki, İstanbul 1946, s. 15.
[4] Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, TEV Yayınları, İstanbul 2007, s. 136.
[5] Ahmet Şimşirgil, Kayı-X, II. Abdülhamid Han, Timaş Yayınları, İstanbul 2021, s. 203.
[6] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1, Dizerkonca Matbaası, İstanbul 1974, s. 92; 96.
[7] Taşkışla'da 31 Mart, s. 61.
[8] Taşkışla'da 31 Mart, s. 63.
[9] Taşkışla'da 31 Mart, s. 63-64.
[10] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-2, s. 73.
[11] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-1, s. 106, 119.
[12] Kabaklı, Temellerin Duruşması, s. 137.
[13] Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Yayıncılık, İstanbul 2018, s. 195.
[14] Talat Paşa, Hatıralarım, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, İstanbul 1998, s. 17.
[15] Taşkışla'da 31 Mart, s. 70.
[16] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 44-53.
[17] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 57-59.
[18] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 65.
[19] Şadiye Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, Timaş Yayınları, İstnbul 2022, s. 47.
[20] Kabaklı, Temellerin Duruşması, s. 138.
[21] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-3, s. 70.
[22] Bulut, Siyah Papa'nın Casusu, s. 267.
[23] Şimşirgil, Kayı-X, II. Abdülhamid Han, s. 233.
[24] Said Alpsoy, Tarih Kaderi İspat Ederse, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 87.
[25] Koloğlu, İttihatçılar ve Masonlar, s. 153.
[26] Rıza Süreyya, Milli Mücadele Kahramanı Refet Bele, Halk Kitabevi, İstanbul 2017, s. 19.
[27] Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz-2, s. 114.
[28] Cevat Rifat Atilhan, Kahramanlar ve Hainler, Derin Tarih Yayınları, İstanbul 2013, s. 54.