Katliamın habercisi iki el silah sesi uzaktan duyulduğunda, yanımdaki Nejat’a dönüp, “duydun mu?” dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında, Sular İdaresi’nin üzerinden yağan kurşun yağmuru bizi birbirimizden kopardı. Atatürk Anıtı’nın hemen altındaydık ve hayatımızda ilk kez, yakınımızdaki bir bedene giren kurşunun o berbat sesini duyduk. İnsan bedeni dirençlidir, kurşun ete değdiğinde önce tok bir ses çıkarır, devamında kırılan kemiklerin seslerini duyarsınız. Henüz, 20 yaşındaydık ve üzerimize çevrilen namluların silahsız kurbanları olmuştuk.
1 Mayıs 1977, Soğuk Savaş yıllarının ideolojik fırtınaları içinde tezgahlanmış berbat bir kışkırtma ve katliamdır. Gerçek failleri ortaya çıkmamıştır, artık, çıkacağına da inanmıyorum.
Taksim’de o gün dökülen kan, Türk tarihinin önemli bir sayfasını oluşturur. Yaşanılanları silip atamaz, bir katliamın topluma kazandırdığı siyasi travmaları kolay unutamazsınız.
Beyaz Türk yaklaşımı...
İşin ilginç yanı, 1977 Katliamı ile bugün Türkiye’yi yöneten kadroların hiçbir alakası yoktur. Aksine, günümüzün Türkiyesi’nin önünü demokratikleşme yönünde açmaya çalışan bu kadro, 1977 Katliamı’nın tezgahçılarının da hedefi olmuş, “komünizm tehlikesi”nden sonra ulusal güvenlik beyannamelerine ilave edilen “irtica tehditi” paragrafları ile yaşamları karartılmış bir siyaset kuşağıdır.
1 Mayıs 1977’nin arkasındaki zihniyet ile Erdoğan için “artık muhtar bile olamaz” diyen zihniyet aynıdır.
Beyaz Türkler için emeğinin hakkını arayan, özgürlüğünün peşinde koşan, Türk Ceza Yasası’nın o günkü 141-142’nci maddelerinin kalkması için mücadele eden işçiler ve üniversite öğrencileri ile, Anadolu’nun muhafazakar hassasiyetleri doğrultusunda yol almaya çalışıp aynı yasadaki 163’ncü maddenin engellemesiyle karşılaşan gençler arasında bir fark yoktur.
Eğer bu ülkede geniş zeminli bir özgürlük kurup, geleceği renklendirmek istiyorsak, geçmişimizi unutmadan yolumuzda yürümek durumundayız.
2013 talihsizlik oldu...
1 Mayıs 2013’ten yansıyan görüntüler talihsizliktir. Kentin yöneticileri, toplumun bir kesiminin “Taksim Meydanı hassasiyetine” gereken önemi vermemişlerdir.
Toplum, bir anda kendisini, “devletin Soğuk Savaş refleksleri” ile karşı karşıya bulmuştur. Oysa, günümüz Türkiyesi’ni yöneten kadrolar, o refleksleri teker teker yıkarak bugünlere ulaşmışlardır ve bu görüntü öncelikle bu kadro için haksızlıktır.
Ortaya çıkan tablo, müzakere ve uzlaşma geleneğimizin ne kadar zayıf olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Valilik ile Taksim’de sembolik bir kutlama konusunda uzlaşacak sendikacılar bir araya gelebilir, bu mesele çatışma olmadan çözülür, kentin diğer meydanlarında da bayram yaşanabilirdi.
(Hele, köprüleri kaldırmak ne demek, bu son uygulandığında sene 1970, ben de 15 yaşındaydım, İstanbul da Gebze üzerinden kentin merkezine yürüyen işçi kollarının yarattığı kaosu yaşıyordu, sonrasında zaten sıkıyönetim gelmişti.)
Erdoğan ve kadrosu, İstanbul’u, yalnız 2020 Olimpiyatları’nın kenti değil, küresel ekonominin yükselen finans merkezi yapmaya çalışıyor. İstanbul’dan dün yansıyan görüntüler ile kendi bacağımıza kurşun sıkmış olmuyor muyuz?
Taksim, özgürlük meydanıdır...
Türkiye’nin, sanayi devrimi dönemi ideolojik kamplaşmasını yaşayan bir ülke görüntüsü vermesini hepimizin tartışması gerekir. Kabul edin ki, sergilenen tablo, günümüz bilişim toplumunun özgürlük anlayışının hayli gerisinde bir görüntüdür. İnsanlık işçi sınıfı ile güvenlik güçlerinin sokak aralarındaki köşe kapmacalarını geride bırakalı bir hayli zaman oldu... Dünyanın iddialı kentlerinin özgürlüklere ayrılmış meydanlarına, 21’nci yüzyılın sorunlarıyla inen kitleler var artık... Çevreciler, eşcinsel hakları savunucuları, anti-nükleer aktivistler, bilişim teknolojilerinin devletlere özel hayata müdahale hakkı vermesini protesto edenler, hayvan hakları savunucuları, küresel ekonomideki eşitsizlikleri hedef alan yeni dönem sosyalistler, anti-küreselciler, “bu da yetmez” diyen liberaller ve saymaya sayfaların yetmeyeceği bir çok sivil toplum hareketi...
Bir gerçeği hepimiz kabul edelim: Taksim, bizim özgürlük meydanımızdır... Orayı yalnız 1 Mayıs’larda değil, yılın her günü kullanan bir toplum istiyoruz. Lafı-sözü olanın gidip, istediğini konuşabileceği, her gün oradan geçenlerin küçük veya büyük bir toplulukla karşılaşmayı yaşamın rutin görüntüsü olarak kabul edeceği bir meydanımız olmalı...
Çok üzgünüm...
Dün 21 değil 20’nci yüzyıllıydık...