31 Mayıs gerçeklerini yazmaya devam ediyoruz; ilk önce 31 Mayıs için bugün itibariyle, daha da belirginleşen temel varsayımı söyleyeyim; 31 Mayıs kalkışması, bütünüyle çevreci-kendiğinden- sivil bir hareket değildir, Türkiye’de başından beri devletle büyümüş tekelci sermayenin, arkasına yedeklediği küçük burjuva unsurlarla-orta sınıflarla-kotarmaya çalıştığı, doğrudan hükümeti düşürmeye dönük bir harekettir. Tabii ki burada ‘kendiliğinden’ ortaya çıkan sivil bir itaaatsizlik, ‘bize herşeyi dayatamazsınız’, ‘biz de varız’ dinamiği var; şunu da hemen belirtelim ki bu dinamik önemlidir ve sağlıklıdır. Bu dinamiği, hükümetle işbirliği yapmama durumu olarak anlatabiliriz ki, batı demokrasilerinde bu tür sivil çıkışlar ‘noncooperation’ kelimesi ile anlatılıyor; yani ‘işbirliği’ yapmama hali. Ama bu işbirliği yapmama durumu, batıda alternatif ikili iktidar oluşturacak kadar derin olmadı. Batı’da zaten bunun dinamikleri Paris Komünün’den beri yok.
Tencere-Tava ilk önce Pinochet’i çağırmıştır
Türkiye ve Latin Amerika gibi coğrafyalarda ise bu işin derinleşmesi bir nevi darbe çığırtkanlığına hızla dönüşüyor. Çünkü asker her zaman siyasi iktidara alternatif tek zinde güç. Örneğin şu tencere tava çalma halini biz 28 Şubattan hatırlıyoruz ama bunun kökeni Şili’ye 1973’e dayanır, Şili’li orta sınıflar Pinochet cuntasını çağırmak için tava ve tencere çalarken buna kamyoncular hem grev yaparak hem de korna çalarak eşlik etmiştir. Türkiye’de de ‘endişeli’ orta sınıfın tencere tava şakırtırısana eşlik eden korna sesleri, askere ‘biz burdayız hazırız, hadi’ demek anlamına geliyor ve 28 Şubat’tan beri var.
Şimdi bakın, Avrupa, özellikle güney Avrupa, önümüzdeki aylarda bu tür ‘noncooperation’ hareketleriyle çok sık karşılaşacak. Aslında bu tür hareketlere ‘devrimci direniş’ denemez çünkü hem Avrupa’da hem de-artık- Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde sistemin kendini yenileme esnekliği var. Bu esnekliğe demokratik seçim mekanizması diyelim. Bu mekanizma, başından beri Avrupa için, burjuva demokrasinin temeli olarak şekillendi ve sistemin güvencesiydi. Ancak -bundan on beş-yirmi yıl öncesine değin-Türkiye ve Latin Amerika ülkelerinde, bu demokratik mekanizmayı taşıyacak kurumlar gelişmediği için kitlesel kalkışma durumları ya da yaygın kaos halleri, ekonomik bir krizle birlikte gündeme geldiğinde istikrar, mutlaka militarizmin iktidara gelmesi ile sağlanmıştır. Bu, bütün soğuk savaş döneminde hatta iki binli yılların başına değin sürmüştür. Latin Amerika’da militer faşizmden çıkış süreçlerine bağlı olarak seçimle işbaşına gelen iktidarlar, hem önemli bir ekonomik restorasyon hem de demokratikleşme süreçleri başlattılar ve başarılı oldular. Latin Amerika’da bu süreç sol hükümetlerle yürütüldü. Türkiye’de ise bu süreci sağ tarafta duran AK-Parti hükümetleri yaklaşık on yıldır yürütüyor. Bu süreçte Türkiye, birçok demokratik ve ekonomik reformu gerçekleştirmiş, devletin ve ordunun içindeki anti-demokratik unsurları yargıya taşımıştır. Son dönemeçte de Kürt nüfusun demokratik taleplerini Erdoğan Hükümeti dikkate alarak, barış sürecini başlatmıştır.
Tekelci sermaye için kırılma noktası
Buraya kadar Türkiye’de devletin kollarında büyüyen tekelci kar ve devlet rantının hantallığını üzerinde taşıyan büyük burjuvazi, çok fazla sesini çıkarmamış hatta zaman zaman-iyileşen ekonomik koşullara bağlı olarak da- süreci desteklemiştir. Buradaki kırılma noktası, 2013 başından itibaren, 2012’deki büyüme düşüşünü de gözönüne alan Hükümetin, özellikle Başbakan Erdoğan’ın da baskısıyla, TCMB’nı da yanına alarak finans oligarşisini gerileten, faizleri mümkün olduğunca düşeren ve ihracatçı yeni sermayeyi destekleyen yeni bir yola girmesidir. Bu yeni yol, bütün AK-Parti iktidarlarında, Türkiye’de geleneksel-devletçi sermayeye rağmen güçlenen yeni sermayenin iyice öne çıkmasına yol açarken, barış süreci ve Ortadoğu politikalarıyla da bölgede özellikle enerjide Türkiye’ye yeni ve güçlü oyuncuların girmesine yol açmıştır. Bu oyuncular ve yapılacak yatırımlar, önümüzdeki yıllarda, yalnız Türkiye için değil, Hazar’dan Avrupa’ya kadar olan bütün coğrafya için stratejik önemde olacaktır. Şimdi bu durumda yalnız bu gelişme bile, hala bu alanda tek başına olmaya ve fiyatları belirlemeye alışmış bir grubun hiç işine gelmeyecektir.
Amaç teknokrat bir hükümet
O zaman 31 Mayıs kalkışması için ikinci varsayımımız şudur; bu kalkışma, güçlenen ve küresel rekabet çerçevesinde Doğrudan Yabancı Yatırımları ülkemize çekecek yeni yola karşı, ‘yerli’ devletçi sermayenin, Erdoğan’ın şahsında ‘eski’ Türkiye talebidir. Bu yapı, şimdilik Erdoğan’ın gücünü törpülemek istemektedir. Ama tabii ki ikinci adımı teknokrat ve finans oligarşinin izinde bir hükümettir ki bu da 28 Şubat darbesinin bir başka halidir. Bu talep, aynı anda, Silivri’de Ergenekon Terör Örgütü mensuplarınca da desteklenmiştir.
Şimdi size bir örnek daha vereyim; dün Amerikalı International Capital Alliance firmasının, Anadolu Ajansı’na düşen bir açıklaması vardı... Bu firma Kilis’e güneş enerjisi tarlası kuracağı gibi, buradaki Organize Sanayi Bölgesi’ne panel fabrikası, Ar-Ge merkezleri de kuracak. Yani ICA, Kilis’te panel ve cam üretecek ve beş yıl içinde yedi milyar doları bulacak bir yatırım yapıyor. ICA, yaptığı açıklamada, son olaylara gönderme yaparak, bunların demokrasinin gereğini olduğunu söylüyor ve bütün yatırımcı kuruluşları Türkiye’ye çağırıyor. Şimdi soruyorum; Türkiye’de cam ve benzer alanlarda kim tekel, ICA gibi kurumları kim(ler) istemez?
Bir de, şu notu ileteyim; özellikle iki büyük holdingin üniversiteleri başta olmak üzere, İstanbul’daki bir kaç vakıf üniversitesi, öğrencilerini Taksim’e yollayan mailler, bildiriler yayınlamış ve Taksim’e öğrenci taşımışlardır. Yani Taksim kalkışmasını, yukarıda anlatığım nedenlere bağlı olarak, Türkiye’deki geleneksel tekelci sermaye desteklemiş ve -belki de- başından beri organize etmiştir.
İşin bir diğer yanı da, 31 Mayıs kalkışmasını destekleyen toplumsal sınıflarla, 28 Şubat’ı yapan ve destekleyen toplumsal sınıfların ve sermaye çevrelerinin aynı olmasıdır. Bu anlamda 31 Mayıs, bin yıl sürecek denilen 28 Şubat’ın, bir başka biçimde devamıdır.