28 Şubat soruşturması hızla ilerliyor. Kamuoyunda soruşturmanın medya, bürokrasi ve sermaye ayağına doğru genişletilmesi beklentisi yükseliyor. Yargı ayağı çok haklı olarak tartışılıyor. Kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesine aykırılık, yürürlükteki kanunlar yokmuş gibi hüküm inşa etmeler, talimatla hüküm kurmalar, brifinge koşuşturmalar gibi utanç verici bir sicil ortada dururken bu çok normal.
Medya ayağı çok tartışılıyor, tartışmanın medyada yürütülmesi nedeniyle bu doğal. Ama esas yıkımların üniversitelerde yaşandığını görmezden gelebilir miyiz?
Üniversiteler 28 Şubat’ın esas operasyon alanlarından biriydi. Oradaki operasyonları yürütenler de herhalde üniversite mensuplarından başkası değildi.
İkna odaları utancı
Hatırlayalım...
Kimileri 90’ların başında AB rüzgârıyla MGK’yı eleştirirken,
28 Şubat’ın hemen ardından MGK’nın gerekli bir anayasal kurum olduğunu savunmaya başlamışlardı. Kimileri 28 Şubat sürecindeki uygulamaları meşrulaştıran utanç verici mahkeme kararlarını ve parti kapatma kararlarını savundular. Mütedeyyin, Kürt, kısmen de solcu öğrencilere disiplin soruşturmalarında ceza yağdırdılar. Üniversitelerin etrafını başörtülü öğrenci girişlerini engellemek için surlarla çevirdiler. Kimileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde başörtüsü yasağının devamı için ölesiye mücadele etti. Bunlara, muhalif öğretim üyelerini meslekten atanları, akademik unvanlarını iptal ettirenleri, meslektaşlarını Batı Çalışma Grubu’na mektupla veya bulundukları illerdeki askeri yetkililere bildirmek suretiyle ihbar edenleri, sahip olduğu kürsüdeki genç akademisyenlerin yaşam tarzına müdahale edenleri veya medyada hedef haline getirenleri ve daha nice utanç verici davranış sergileyenleri de ekleyelim.
Sadece ikna odalarını tartışmayacağız herhalde...
Peki, bu eylemler sadece 28 Şubat süreciyle sınırlı mı kaldı? 27 Nisan süreci çok mu farklıydı? Kritik noktalarda ve pozisyonlarda bulunan meslektaşlarının uzaklaştırılması veya çalışmalarını yürütemez hale getirilmesi için karanlık lobicilik faaliyetlerine soyunanları nereye koyacağız?
Eylemleri suç olmayabilir, büyük bir ihtimalle de değildir. Üniversitede cadı avına asla izin verilmemeli. Ancak bunların maskelerinin düşmesi ve toplumsal hafızada daha sahici bir yer edinmeleri, en azından kendi geçmişleriyle yüzleşmesi gerekmiyor mu? Hayatları cehenneme çevrilen binlerce insanın adalet veya özür çağrılarına kulaklarımızı tıkayacak mıyız?
Öte yandan tüm bu eylemler yalnızca 28 Şubat veya 27 Nisan gibi bir ara rejim sendromu değildir.
Bu Türkiye’de üniversitenin yapısal sorununa işaret ediyor.
Arınma süreci gecikmesin
Almanya’da Hitler demokrasiye son verirken, aynı ruhun Türkiye’ye hâkimiyeti milli eğitimde “andımız”, üniversitede ise 1933 Üniversite Reformu ile sağlandı. Üniversiteler rejimin ideolojik aygıtına dönüştürüldü. O tarihten beri üniversite tek parti diktatörlüğü için ideoloji ve orta-üst sınıf için bilinç üretim merkezi olarak çalıştı. İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye girmediğinden dolayı, faşizmle hesaplaşma yapılamadı. 1945 sonrasında demokrasiye (!) geçerken üniversite 1945 öncesinin ideolojisini üretmeye devam etti. 1950’de iktidarın değişmesinin üniversitede de herhangi bir karşılığı olmadı. Aksine 27 Mayıs darbesinin hazırlandığı ve meşrulaştırıldığı mekân üniversite oldu. Üniversite, 1930 ve 40’lı yılların ırkçı, faşizan ve asimilasyonist uygulamalarını meşrulaştırdığı gibi, 1961 Anayasasının “sol” ve benzeri moda kavramlar “sos”una bandırılmış anlayışa göre yapılandırılmasına önayak oldu. Sonraki tüm darbe girişimlerinde üniversitenin ağırlıklı bir yeri oldu. Milli eğitim ile birlikte üniversite rejimin beslendiği ve kendine meşruiyet zemini ürettiği merkezler oldu.
Buralarda üretilen zehirli dil rejim muhalifi ve muarızlarına da egemen kılındı. Muhafazakâr cenahta eğitim düzeyi yükseldikçe jakoben ve devlet aklına esir milliyetçi bir dilin hakim olmasını başka şekilde açıklamak mümkün değil.
Özellikle hukuk alanında yazılan yazılar ve kitaplar, 50 yıllık ezberlerin bu cenahın kitaplarında da tekrarlandığı, üretilen anayasa önerilerinin bu zehirli dilin dışına çıkamadığı, üretilen Anayasa taslak ve önerilerinin bu dilin referanslarından ve vesayetçi kurgusundan uzaklaşamadığı görülüyor. Gericilik üniversitede kendini yeniden inşa edebiliyor.
Bu yapısal sorunu halen çözebilmiş değiliz. YÖK reformu gecikiyor.
Ve bu dili halen fütursuzca savunanlar ile farkında olmadan bu dile mahkûm olanlar bu ülkenin Anayasasının yazımında rol alacak şimdi.
Yazık, çok yazık!
Toplum Türkiye’nin arınma sürecini çok hayati bir noktaya getirmişken, üniversitenin bunu zehirleme ihtimali doğuyor. Vesayetçi-merkeziyetçi yapının bol özgürlük sosuna bulanmış bir maskeyle yeniden topluma dayatılması riski artıyor.
Buna izin vermeyin...
Kirlenen takvim yaprakları
Bir takvim devrimi gerçekleştirsek de Çin takvimine geçsek nasıl olur? Önümüzdeki günlerde anayasa yazımına başlanacağını düşünerek “eyvah, anayasaya değiştirilmesi teklif dahi edilmeyecek bir inkılap saçmalığı daha” diye endişelenmeye gerek yok.
Çin takviminin hesaplanması karmaşık olsa da, zahmetsizce öğrenilebilecek bir yönü var: Bu takvimde “ocak, şubat, mart, nisan...” diye devam eden aylar yok! Ne yapalım demeyin.
Türkiye anayasa tarihinin kronolojisinde kirlenmeyen ay ve gün kalmadı neredeyse... Randevularımızı ayarlamak için çevirdiğimiz her takvim sayfası, bir darbeye, askeri müdahaleye, muhtıraya ya da bu meşum faaliyetlere hazırlık çerçevesinde gerçekleştirilen pek çok meşum olaya işaret etmekte. Sıradan bir hayat ve sıradan bir gün yaşayabilme özgürlüğümüzü elimizden alan bir karabasandan farksız...
Neyse ki Türkiye’nin örtülü faşizmle, güler yüzlü frankoculuk olarak nitelendirdiğim vesayetçi sistemle hesaplaşması sayesinde “takvim devrimi”ne ihtiyacımız kalmayacak gözüküyor. 12 Eylül’e bir fırça darbesi vuruldu, sonucunda Nisan ayı da bir nebze olsun temizleniyor gibi...
Ama yetmez!
27 Nisan yargılaması 27 Nisan’da başlayabilir, Yeni Anayasa da 27 Mayıs 2013’te referanduma sunulabilir...
Günlerimizi bize geri verin...