Çözüm Süreci’ne dair tarihi adımın, sembolizm peşinde koşanların kendi dünyalarında oldukça orijinal olduğunu düşündükleri ‘15 Şubat kurgusu’ yerine 28 Şubat’a denk gelmesi, tesadüfün ötesinde okumalara imkân veriyor. 28 Şubat’ın görünür yüzü, salt İslami kesimleri hedef almakla beraber; vesayet rejimi açısından böyle bir müdahale imkânını sağlayan en önemli unsurların başında Kürt Meselesi de gelmekteydi.
Vesayet rejiminin tam bir tefessüh ve kibirle hayata geçirdiği 28 Şubat, bir yönüyle ‘kayıp yıllar’ olarak tarihimize geçen 1990’lardaki ‘terörle mücadele’ bahanesinden devşirilen gücün üzerinden vuku buldu. Kürt meselesini kangren haline getiren, PKK’nın büyümesine PKK’dan daha fazla zemin hazırlayan politikaları amansızca hayata geçiren vesayet rejimi, toplumsal dokuyu telafisi zor bir şekilde sorumsuzca tahrip etti.
Bu dönemde devlet aklının tam anlamıyla iflasına dönüşen politikalar ve 1980 bakiyesi ilkel vesayet aklı, toplumun hemen her kesimini, her türlü maliyeti umursamazca üretmek pahasına karşısına almaktan çekinmiyordu. 28 Şubat; Kürt Meselesi bağlamında on binlerce insanın hayatını kaybettiği, binlerce faili meçhulün sıradan vakalara dönüştüğü, kendi ülkesinin şehirlerini, köylerini ve insanlarını doğrudan hedef aldığını göremeyecek kadar körleşen bir anlayışın ‘altın vuruş’ tadında ilan ettiği zaferdi. Tam da bundan dolayı mottosu ‘bin yıl sürecek’ olmuştu. Lakin vesayet rejiminin zafer dediği, Pirus zaferi kıvamında, sonun başlangıcından başka bir şey değildi.
Diğer yandan, bugün Çözüm Süreci’ne burun büken, hızını beğenmeyen, usulünü tasvip etmeyen, barışa atılan adımları takdir edemeyen sol-liberal güruhun ekseriyeti, bundan 18 yıl önce darbe rejimine doğrudan veya dolaylı destek vermekten imtina etmiyorlardı. 28 Şubat’ta vesayet rejiminin zulmü altında inleyenlere göster(e)medikleri asgari empatiyi, bugün de hayırlı ‘bir işe’ gösteremiyorlar. 28 Şubat’ta, en fazla acınacak unsurlar kontenjanından darbenin vurulduğu kesimlerle ünsiyet kuranlar, bugünlerde ‘pilavın suyunu’ çoğaltma derdine düşmüş durumdalar.
Her on yılda bir ‘kendisini yazmak’ zorunda kalan bu tiplere ‘kızmanın bir anlamı’ da bulunmuyor. Zira yerli bir sömürgecilik girişimi olan 28 Şubat aklının rahminden tamamen kopmadan, bu topraklarda organik bir aydın olmanın imkânı bulunmuyor. Böylesi bir kopuş bir yana, Erdoğan nefretiyle her geçen gün çok daha savrularak, ‘pişmiş aşa su katmakla’ tehdit ettikleri Çözüm Süreci’nin Dolmabahçe’de ulaştığı akde kast etmek için ellerinden geleni yapacaklarına emin olabilirsiniz.
Dünyanın başka ülkelerinde kendi kendisini bu denli ciddiye alan, özgüven patlamaları içerisinde ‘kurtulmuşluk illüzyonu’ yaşayan bir entelijansiya var mıdır, bilmiyoruz. Lakin bildiğimiz, ‘kurtarıcı Kemalist memba’dan fazlasıyla nasiplenmiş sol-liberal aydın dünyası, memleket vasatından kopmuş olmanın rahatlığını abartarak, irrasyonel bir düzlemde ülkenin verili durumundan da istifa ediyor.
Başka bir deyişle, eğer siyasallaşma korkularına esir olmazsa, PKK yeni bir faza geçmenin imkânını yakalayabilir. Bu bir varsayım değil, verili durum. Bu gerçek ile savaşmak yerine, barışı daha fazla tahkim etmek üzere katkı vermeleri beklenenlerin takındıkları tutum devam ederse, 28 Şubat andıçlarına malzeme taşıyanlardan fazlaca bir farkları kalmayabilir.
28 Şubat; vesayet rejiminin asırlık birikimiyle ortaya koyabildiği en sofistike projeydi! Bütün memleketi alt üst eden bu projenin panzehiri Çözüm Süreci’nden başkası değil. Çözüm Süreci’nin ulaştığı nokta itibarıyla, özellikle milletin kabullendiği haliyle, akan kanın tamamen durması süreçteki başlıklardan sadece birine dönüşmüş durumda. Daha geniş haliyle Çözüm Süreci, eski-Türkiye adına ortaya çıkmış maliyetlerin telafi, hastalıkların tedavi girişimidir.
Böylesi geniş bir perspektifi görmekte zorlananların, Çözüm Süreci’ni konjontürel gelişmeler dünyasında okumalarına şaşmamak lazım. Lakin anlaşılması gereken şudur: Dolmabahçe’de ortaya çıkan mutabakat, pişmekte olan bir aştır ve bu aşa su katmaya çalışanların fark edilmemesi mümkün değildir!