28 Şubat’ı içerdiği darbe potansiyeli ve toplum mühendisliği faaliyetlerinden daha da önemli kılan şey sürekliliğidir. Dönemin aktörleri emekli olmasına veya bir şekilde güçten düşmesine rağmen aynı zihniyet varlığını hiçbir şey olmamış gibi sürdürmeye devam etmiştir. 28 Şubat’ın zemin kaybederek noktalandığı tarih 12 Eylül 2010’dur. Referandumla kabul edilen anayasa değişikliği darbe ve heveskarlarının sistemden kaynaklanan imtiyaz ve avantajlarını bitirmiştir. Her türlü siyasi planlama için kolaylıkla 28 Şubat nizamı alabilen devlet yapısı omurgasını kaybetmiştir.
Hatırlayalım, 12 Eylül’e gelinceye kadar adı öyle olmayan birden çok 28 Şubat girişimi yine toplumun gözü önünde cereyan etmişti. Her birinin maksadı, esasen 28 Şubat’ta olandan farklı değildi.
Bu artçı girişimlerde sergilenen ittifaklar da 28 Şubat’tan tanıdığımız bildiğimiz ittifaklar gibiydi: Ordu+yargı+bürokrasi+medya+iş dünyası ve STK’lar...
Son cümleyi baştan söyleyelim.
Türkiye bugün 28 Şubat’ı yargılamakla hem bu düzenin temellerini hem de devamında gerçekleşen diğer 28 Şubatların felsefesini de yargılamış olacaktır.
Peki neydi o 28 Şubatlar?
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 sonundan 22 Temmuz 2007 ile 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar yaşanan süreç temelde bir 28 Şubat atmosferiydi. İlk evrede yazılan çizilen darbe planları bugün yargıdadır. Birden fazla girişim olduğu bilinmektedir ve hepsinin temel mantığı postmodern darbeyi kalıcılaştırmaktır. Neyse ki perde arkasında, toplumun gözünden uzak mahfillerde yaşanan bu fırtınalar demokrasiyi yıkmaya muvaffak olamadı...
Ama 28 Şubat belirtileri daha bariz olan başka parantezler açıldı. En acımasızıDanıştay-Dink cinayetleriyle açılan ve 367 skandalıyla kapatılan süreçtir. Temel korku nesnesi yine irticadır ve atmosferi oluşturmak için yine medya aracı kılınmıştır.
Asker iktidarı istemiyordu, ana muhalefet partisi açıktan bu doğrultuda çaba gösteriyordu ve yargı da bulduğu her fırsatta sürece katkı veriyordu. 367 rezaleti, bu artçı 28 Şubat ittifakının zirvesidir.
Aynı dönemde başka bir kararla 27 Nisan askeri bildirisi devreye sokuldu. Bildiri, hem Cumhurbaşkanlığı seçimini hem de sonrasını tanzim etmeyi hedefliyordu. 27 Nisan, askerin, 28 Şubat’tan sonra ilk kez bu kadar açıktan siyasal sürece müdahale kararıydı. Sadece, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engellemek değil beraberinde AK Parti’nin güçlenmesi muhtemel iktidarını da geriletmek amacı taşıyordu.
Eş zamanlı olarak Cumhuriyet mitingleriyle sokaklara taşan ve temposu yüksek medya kampanyalarıyla köpürtülen benzersiz bir gerilim üretilmişti.
Seçimlerden yine AK Parti çıkınca da bu kez geriye son çare kaldı. Parti kapatmak...
Hafızalarımızı tazelemekte fayda var, AK Parti hakkında kapatma davası çok yakın bir zamanda 2008 yılının Mart ayında açılmıştı. Bu da başka bir 28 Şubat girişimidir.
28 Şubat’ın iki kez başvurduğu bu yöntem AK Parti için de denendi ama bu da sonuç vermedi.
Bütün bunlar yaşanırken siyasetin bir kesimi, iş dünyası ve yüksek yargı 28 Şubat’ta ne yaptıysa aynısını yapmıştır. Aynı ittifak düzeni, aynı emir komuta zinciri ve aynı irtica atmosferi...
28 Şubat’ta Refah ve Fazilet partilerinin kapatma dosyaları nasıl uydurma gazete haberlerinden ibaretse, AK Parti’nin dosyası da benzerleriyle doluydu. Dahası, siyasi yasaklılar listesinin mimarisi ve mühendisliği bile tıpatıp aynıydı. Hesap tutsa, lider ve kadrosu yasaklanacak, parti de ikiye bölünecekti.
28 Şubat’ta plan yapan, korku yayan, topluma şekil vermeye teşebbüs eden, tehlike çanları çaldıran sivil şahıslar ve kurumlar kimlerse; 2010 yılına kadar yaşanan irili ufaklı bütün 28 Şubatlar’da rol alanlar da üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Bulduğu her siyaset dışı girişime koşarak sarılan bir kesim var bu ülkede...
O kesimin parmak izlerini darbe, Ergenekon, andıç vs. bütün demokrasi düşmanı dosyalarda kolaylıkla bulursunuz.
Son söz? Tekrara hacet yok, başta söyledik.