27 Mayıs Adnan Menderes ile sadece siyasî alanda hesaplaşmadı; Onu kişisel saldırılarla da yere vurmayı denedi. Dedikodular ve söylentiler bunun içindi.
Darbeden hemen sonra Vecdi Bürün tarafından hazırlanarak Ekicigil yayınevi tarafından “Türk Ordusunun Zaferi: Kansız İhtilâl” adıyla bastırılan bir kitapta; Adnan Menderes’in şahsiyetine ve “yaşam tarzı”na yönelik bugün artık tamamen unutulmuş ithamlar ard arda sıralanmıştı. Menderes, muhafazakâr olduğu için değil, tam aksine modern yaşam tarzına sahip olmakla itham ediliyordu! Çok mu şaşırdınız? Okuyalım da birlikte öğrenelim.
‘Hafif tertip İngilizce öğrenmişti’
Öncelikle eğitim seviyesiyle dalga geçiliyordu: Menderes, “biraz da kültür seviyesine sahipti; hafif tertip İngilizce öğrenmişti; kırkından sonra hukuk okumuştu.” Menderes’in İzmir Amerikan Koleji’nde eğitim görmesi bile onun İngilizce bilgi seviyesi açısından yetersiz bulunmuştu. Hukuku geç bitirmesi de onun aleyhine kaydedilecek hususlardan biri olarak işaretlenmişti.
‘Saçını boyatan’ adam
Üstelik, “bu adam, hiç şüphesiz bir histerik ruh yapısına sahipti. Her şeyde önce impulsive [atak; düşüncesizce hareket eden], sadece ilcalarıyla [zorlamalarla] yaşayan bir tipti. Şahsî kaprisleri her şeyin üstündeydi.” Üstelik “gençliğe aşırı derecede ehemmiyet [önem] verdiği de giyinişinden, hiç lüzumu [gereği] yokken saçını boyatmasından belliydi. Tam bir narsizm [kendini beğenmişlik], aşırı derecede kendine hayranlık duygusu içinde yaşardı. Son derece patatik bir sesle fikirlerini mutlaka kabul ettirmeye çalışırdı. Bu hâl, giyinişinde, konuşma tarzında da göze çarpardı. Gömleği bir başka türlü olmalıydı.”
‘Propaganda malzemesi yaptılar’
Herhalde okuyucular Menderes’in evlilik dışı gönül ilişkilerini bileceklerdir; bu da onun aleyhine kullanılan bir propaganda malzemesine dönüşmüştü: “Aslına bakılırsa, Menderes kadınlara düşkün değildi. Fakat beğenilen adam görünmek arzusu, daha doğrusu herkes tarafından beğenilen adam olmak arzusu, onu kadın meraklısı yapıyordu. Tabiî buna bir başlayınca, kendisini kaptırıp gidiyordu. Menderes, sahnede şöhret yapmış bir kadına gerçekten tutulmuştu. Ankara’da hayli dedikodu konusu oldu. Sahne sanatkârı kadın, herhalde başka vaatlere de inanmış olacak ki, söylendiğine göre Dr. (Mükerrem) Sarol’un müdahalesini gerektirecek durumlarla karşılaşıldı. Bu hadiseden sonra Menderes’in uzun müddet bir tek kadına bağlanmayarak, ayrı ayrı kadınlar üzerinde kendisini beğendirme manisini tatmin ettiği söylendi. Menderes’in işi iyice azıttığı, bazı kimseler tarafından rivayet edilmiştir.” Dedikodular, sadece söylentiler bile aleyhine kullanılacak propaganda malzemesi olarak benimsenmişti!
‘İstanbul’un sayılı güzellerinden’
“Sabık beyefendi, şimdi kapatıldığı odada derin derin düşünmekten kendini alamayacağı bir gönül macerasına yakalanacaktı. Onun bu son ve ötekilere nazaran devamlı macerasını hemen hemen bilmeyen yok gibidir. (Refik) Koraltan vasıtasıyla tanıdığı bu kadın, İstanbul’un sayılı güzellerindendir. Menderes, yeniden bir işe kayırdığı bu yeni sevgilinin kocasını vazifeyle öteye beriye gönderdiği zaman, muhteşem apartman dairesinin önünde Cadillac’ı durur, muhteşem apartman dairesine girer, içki sofrasının mezelerini, bir küçük kasabalı dikkatiyle ve eliyle hazırlardı.” Böylece Menderes’in ne kadar çapkın olursa olsun, en nihayetinde “bir küçük kasabalı” olduğunu da öğreniveririz. Kasabalıların seçkinler arasında ne işi olabilirdi ki? İçki sofrası hazırlaması bile onu kurtaramamıştı; hani hatırlarsınız, şu içki meselesi önemlidir yani! Tabiî fonda “muhteşem apartman dairesi” ile lüks “Cadillac” da hemen boy göstermelidir! Zenginlik, lüks ve debdebe içinde yaşayan bir başbakan imajı için bunlar olmazsa olmaz betimlemelerdir.
İthamlar sürüyordu: “Sabık olduktan sonra Menderes’in evrakı aranmış ve kendisine imar ilhamları veren sevgilisinin kendisine ithaf ettiği romanı, evrakı arasında bulunmuştu. Kadın, ithaf satırlarında, ‘Adnancığım, her satırında sen varsın’ diyordu. Bu roman, bütün hayatı sadece cinsî münasebetten ibaret sayan, kutsal mefhumlarla bütün ilgisini koparmış bir kadınının hayatını aksettiriyordu. Önüne gelenle çiftleşen bir kadının hayatını anlatan bir romanın her satırında olmak, değil Türkiye’nin Başvekilliği [Başbakanlığı] mertebesine her nasıl çıkıvermiş bir insan için, herhalde bir parçacık şeref duygusuna sahip bir insan için bile hoş bir şey değildi. Ama Menderes, bu tam histerik adam, işte bütün bunlardan gurur duyuyordu. Güzel bir kadın onu beğeniyordu; bu kadarı ona yeterdi.” Serbest aşk da Menderes’i kurtarmaya yetmemişti!
“Kasasındaki evrak arasında sabık vekil [bakan] karılarından gelmiş aşk mektuplarının çıktığına dair verilen haberler de bu bakımdan kendisini tanıyanlarda en ufak bir hayret uyandırmayacaktır. Çünkü, o bu çeşit bir mektubu elde etmek için akla gelmeyecek küçüklüklere başvurabilecek yaradılışta”ydı.
Londra’da geçirdiği uçak kazası
Menderes’in Londra uçak kazasında ölmemiş olması da, pek çok kişinin düşündüğü gibi, ‘Tanrının Türk milletine bir sadakası’ olarak yorumlanamazdı; aksine, ‘bu bir adalet tecellisiydi; Tanrı bu adamı bir kazada cezalandıracak yerde, cezalandırma işini onun çok ıstırap çektirdiği millete bırakıyordu.” Menderes, kazadan sonra kendisinde ‘Tanrısal bir kuvvet’ bulmaya başlamıştı; üstelik “her devrin adamı, sinema fahişesi meşhur Zsa Zsa Gabor’un ilk kocası Burhan Belge” ona “artık bir dünya şahsiyeti” olduğunu söylüyordu. Bilmem ‘fahişe’ lâfına dikkat ettiniz mi? Çağrışımlar, uzun yılların arasından çıkıp geldi mi, bilmem.
Yassıada’da bütün bunlar unutuldu
Yassıada’da mahkeme başladığında elbette bütün bu ithamlar unutulmuştu artık; sadece bebek davası gündeme geldi ve beraatla sonuçlandı. Diğer ithamlar hiçbir zaman dava konusu olmadı. Zaten olmasına da gerek yoktu; siyasî ithamlar ve dedikodular zamanında görevini tamamlamıştı. Onların gerçek olmasına gerek yoktu; darbe öncesinde ve hemen sonrasında iktidarın ve Menderes’in günah hanesine yazılan çok sayıda ithamlar arasında yeterli propaganda bombardımanı işlevini başarıyla görmüşlerdi. Menderes, elli yıldan uzun bir zaman önce seçkinler tarafından “modern yaşam tarzı” nedeniyle itham edilmişti. Ya bir de muhafazakâr yaşam tarzına sahip olsaydı, kimbilir neler söylenecekti? Ama bu soruyu yanıtlamak için galiba günümüz Türkiye’sine bir göz atmak yeterli olacaktır!
Çakırbeyli’de düşük aylıklar
Menderes’in Aydın’daki ünlü Çakırbeyli çiftliğinin yirmi yıllık bekçisi Mustafa Özkan’ın da basına yaptığı açıklama ilginçti; Menderes’in “kendi adamları bile yıkılan istibdat idaresinden şikâyetçiydiler.” Bekçi Özkan şöyle diyordu: “Ah bey, bu idarenin kötülüğünü burada ağaçların altında dahi söylemek imkânsızdı. Adaletsiz idareye ait size bir misal vereyim: ‘Bey (Adnan Menderes), milletin parasını kimseye sormadan har vurup harman savururken, bana 200 Lira aylık veriyordu. Yirmi yıldır burada çalışırım, bu ücrete bir kuruş zam yapmak aklına bile gelmemiştir; yalnız ben mi? Burada güneşin altında sabahtan akşama kadar çalışan bütün arkadaşlarım yokluk içinde kıvranıyoruz.”
Köşke ‘gece gelen kadınlar’
Yazılanlara göre; Çakırbeyli’nin ortasında bir köşk vardı; köşkün “mükellef banyosu, parke döşemeleri, mobilyası ve kâğıt kaplamalı duvarları” görmeye alışmadığımız şeylerdi. Menderes’e “bu köşkte yatmak nasip olmamış”tı; Menderes yatmamış olabilirdi; fakat “altın saçlı hanımlar”ın ziyaret ettiği geceler olmuştu. “Eski alışkanlık neticesi, hâlâ çiftlik beyinin ve kahyâsının şerrinden korkarak, isminin açıklanmamasını ısrarla isteyen genç bir çiftçi, gördüklerini şöyle anlatıyordu: ‘Çok seyrek de olsa geceleri lüks otomobillerle buraya gelip bu köşkte kalan hanımlar ve kendilerini tanıyamadığımız beyler oluyordu. Nedense bizlere görünmekten korkuyordu onlar; köşkün önünde bırakılan otomobillerin bazılarının plâkalarının Ankara, bazılarınınkinin ise İstanbul olduğunu görebiliyorduk.”
Hazine çiftliğin emrinde
Çakırbeyli çiftliği için Hazine’den de kaynak kullanıldığı ileri sürülüyordu; buna göre; 2.500 dönümlük çiftlik arazisi için devlet bütçesinden yüz binlerce lira masraf edilerek “iki muazzam beton köprü” yaptırılmıştı. Yine çiftliği su baskınlarından korumak için Hazine’den alınan paralarla bentler inşa edilmişti. Bu bent yüzünden Aydın-Muğla karayolu sular altında kalmış ve güzergâhının değiştirilmesine karar verilmişti. Bu da ayrı bir harcama demekti. Çiftlikte dokuz traktör, yedi adet hiç kullanılmamış su motoru ve çok sayıda tarım aleti bulunuyordu. Bütün bunların özel olarak sayılmasında hiç kuşkusuz kaynağı konusunda okuyucuda soru işareti yaratmak niyeti vardı.
‘RUH HASTASI’ MENDERES
Elbette “ruh hastası”ydı; “Ruh hastası olmasının şaşmaz delili şuydu: ‘Bir işe hiç değilse nazarî [teorik] olarak iyi başlıyor; ama daima fena bitiriyordu. Akıl hastaları üzerinde derin incelemeler yapmış hekimler bu hâli kısaca şöyle ifade” ediyorlardı: “Harika başlangıç, fena bitiriş.” Ya İstanbul imarı için yazılanlar: “İmarı da aslında yine o gösterişçilik, o kendini mutlaka beğendirme hastalığının bir belirtisi olarak yürütüyordu. Yoksa imardan falan anladığı yoktu.”