Bir çete hareketi değildir.
Ordu içinde bir şebekenin kendi başlarına durumdan vazife çıkararak giriştikleri bir memleket kurtarma operasyonu değildir. On yıllık bir sivil yönetimin orduyu hiyerarşik olarak darbe yapamaz hale getirmesi nedeniyle ve sırf bu nedenle 27 Mayıs'ı bir çete hareketine indirgemek, 27 Mayıs'ın arkasındaki kurumsal, sosyal, siyasal ve sınıfsal dinamikleri görmemek anlamına gelir. Daha da ötesi, 27 Mayıs sonrasında Türkiye'nin kaderini etkileyecek olan politikaları açıklamayı imkânsızlaştırır.
27 Mayıs sabahı 38 subayın ipini koparması eylemi değildir.
Silahı eline alıp, meclisi ve hükümeti bilfiil ıskat edenler, taktik, donanım, örgütlenme ve cari planlarını uygulama yönünden "çete" olabilirler, ama bu 27 Mayıs'ı başlı başına çete yapmaz.
27 Mayıs'a duyulan ihtiyaç, kimin, kimlerin, hangi sınıfın, hangi örgütlü yapıların hangi ideolojik yapının ihtiyacı idiyse, 27 Mayıs'ı bu ihtiyaç ilişkisi tespit edilmeden anlamlandırmak mümkün değil.
Ne yıkıldı, ne inşa edildi
Sıralayalım: 1950'de iktidarını kaybetmiş ve bir daha demokratik yöntemlerle iktidara gelmesi pek mümkün olmayan bir siyasi partinin 27 Mayıs'a ihtiyacı vardı.
Tek parti ideolojisinin radikal kanatlarından birini oluşturan ve 1944'ten itibaren siyasal işleyiş üzerindeki etkisini kaybeden etnik milliyetçi hareketin 27 Mayıs'a ihtiyacı vardı.
1924 ile birlikte filizlenen, 1933 reformcuya da üniversiteye egemen olan tek parti ideolojisinin bilimsel teorisyenliğine şartlanmış üniversite camiasının buna ihtiyacı vardı.
1924 ile birlikte tek parti diktatörlüğünün vurucu silahı olarak örgütlenen ve yalnızca onun ideolojisini hâkim kılma misyonuna sahip yargı kurumunun buna ihtiyacı vardı.
Yine Takriri Sükûn Kanunu’ndan sonra bütünüyle tek parti diktatörlüğünün propaganda aracına dönüşen medya aktörleri, yazar ve çizerlerin buna ihtiyacı vardı.
1930’ların anlayışına uygun olarak devletin meslek dünyası üzerinden toplumu dizayn etme aracı olan korporatist yapıların, yani meslek odaları ve kimi sendikaların buna ihtiyacı vardı.
Kendini Kemalizm'le var eden Türkiye’ye özgü bir sol anlayışın da buna ihtiyacı vardı.
Bu nedenle 27 Mayıs, 1909'da, 1925'te liberal, muhafazakâr, sosyalist ve sair özgürlükçü akımları boğan İttihat ve Terakki ideolojisinin iktidarı üçüncü defa ele geçirme hareketinin adıdır. O, partidir, yargıdır, üniversitedir, medyadır, sermayedir. 1950’ye kadar devlete egemen olan tek partici siyasal elitlerin, zamanı, zemini ve şartları olgunlaştırdıktan sonra yeniden, "hürriyet, hukuk devleti" gibi maskelerle iktidarı ele geçirme hamlesidir. Ve bu başarılmıştır.
Onun kötülüğü, 27 Mayıs sabahı Parlamento ve Hükümetin devrilmesi ve Milli Birlik Komitesinin iktidara getirilmesi değildir. Onun kötülüğü Yassıada yargılamalarında ve Mendereslerin idam edilmesinde değildir. Onun kötülüğünü neyi yıktığında değil, neyi inşa ettiğindedir.
Neyi inşa ettiklerine baktığımızda, bugün Türkiye’nin neden yeni bir anayasa yapma ihtiyacı içinde olduğu görülür.
Neyi inşa ettiler peki?
1950'de neyi kaybettilerse onu daha rafine bir şekilde restore ettiler.
İttihatçı, tek partici antidemokratik zihniyete uygun yapıyı yeniden ürettiler. 1924 Anayasasının öngördüğü merkeziyetçilik tüm Türkiye’nin tek parti diktatörlüğü tarafından kontrol edilmesine imkân sağlıyordu. Ancak 1945 sonrası muhalefet partilerinin kurulmasına izin vermek zorunda kalınınca, sistem merkezi, siyasal elitlerin kontrol altında tutmak istediği toplumsal muhalefetin eline geçti.
Bir daha bunun yaşanmaması için 1924 Anayasasının açık bıraktığı tüm kapıların kapatılması gerekiyordu. Bu vesayet sistemi olarak yazılı anayasa kültürümüze girdi.
Ve 62 yıldır bu vesayet sistemi içinde yaşıyoruz.
Bugün içinde yaşadığımız anayasal düzen onun eseri. 27 Mayıs ve Yassıada üzerine kurulu bir anayasal düzen içinde yaşıyoruz. Onun kırmızı çizgileri, dayattığı ezberlerden uzaklaşabilmiş değiliz.
Cumhurbaşkanlarımızın, Başbakan ve Bakanlarımızın, milletvekillerimizin, Devlet memurlarımızın göreve başlarken ettikleri sadakat yemini, 27 Mayıs'a sadakat yeminidir, ondan kurtulabilmiş değiliz.
Kürt meselesinde kullandığımız dil 27 Mayıs dili. Kürt meselesi söz konusu olduğunda 27 Mayıs cuntasından farklılaşmıyoruz. Aynılaşıyoruz. Batıyla, gayrimüslimlerle, kültürel farklılıklarla ilgili her tartışmada farkında olmadan 27 Mayısçılar ile benzeşiyoruz. Onlara dönüşüyoruz.
Zira bugün okullarda okuttuğumuz müfredat onun eseri.
Kutladığımız faşizm artığı törenler ve ritüeller onun eseri.
Ve bugün bu atmosfer içinde Anayasa yapıyoruz. 27 Mayıs'ı bir çete faaliyeti görürsek ve onu ortaya çıkaran dinamikleri ve ihtiyaçları doğru okuyamazsak, yeni bir Anayasa ile yapmış olacağımız şey, korkarım ki 27 Mayıs’ın restorasyonundan çok farklı olmayacak.
Ardından şu soruyu sormak durumunda kalacağız: 27 Mayıs’ı neden eleştirdik?
Yeni Anayasaya Doğru
Pazarlıklar ve sakıncaları
Uzlaşma Komisyonu yeni anayasa yazımına başladı.
Ancak yürütülen tartışmalara bakıldığında komisyonun toplumsal taleplerden çok kendi parti pozisyonlarının pazarlığına yoğunlaşıyorlar. Bunun problemli olduğunu belirtmek gerekir.
İlk olarak parti pazarlığı üzerinden yapılacak anayasanın toplum anayasası olması, toplumun talep ve önerileri üzerine inşa edilen, dolayısıyla toplum sözleşmesine dayanan bir anayasa olması mümkün değildir.
İkinci olarak şöyle bir sorun vardır. Eğer toplum sözleşmesi temelinde bir asistanlık çalışması yapılmayacak idiyse, neden tüm partilerin eşit sayıda temsil edildiği bir komisyon oluşturuldu? Eğer parti pazarlığıyla iş yürütülecekse, bu yeni Anayasanın meşruiyetini zedeler, zira partilerin toplumdan aldığı destek oranında temsili söz konusu değildir bu komisyonda. Eşit üye ilkesi, partilerin yalnızca asistanlık çalışması yapması esprisinin bir sonucuydu. Yani parti pazarlığına dayalı bir anayasa parlamenter meşruiyet açısından da anayasa krizine yol açabilecek cinsten.
Bunların üzerinde düşünülmesi gerekir.
Bu tartışmaya devam edeceğiz.