Tehcirdi, katliamdı, “mukatele”ydi, soykırımdı, değildi...
Soykırım kavramı hukuken kullanılmazdı, çünkü Birleşmiş Milletlerin bilmemne sözleşmesi o tarihten sonraydı, kanunlar geriye yürümezdi...
Önce onlar başlattıydı, asıl onlar bizi kestiydi, devlet ne yapsındı, tarihi tarihçilere bırakmalıydı, bunun için komisyon kurulmalıydı...
Öyleydi, böyleydi...
Gelin tartışalım, bin yıl tartışalım. Daha doğrusu siz tartışın, ama ben dahil olmayayım.
Çünkü bu mevzuyu bir “münazara müsabakası” gibi gören “ulusal çıkar”cı Türklere de Ermenilere de güvenmiyorum.
Onların tarihçilerine de.
Hiçbir milletin milliyetçisine güvenmiyorum.
“Milliyet davası” adına bin senelik bir beraberliği hoyratça bozan ittihatçı Türklerin ve ittihatçı Ermenilerin manevi mirasçılarından bugün de sadra şifa bir söz beklemiyorum.
Ama bir şeyin doğru olduğunu biliyorum:
“Yaşananların adına ne dersek diyelim, bugün bir halk artık burada yok” diyordu Hrant Dink. Bunun doğru olduğunu biliyorum.
Hayatını kaybeden çok sayıda masum insan olduğunu biliyorum.
***
Her 24 Nisan’da Ermeniler, kaybettikleri ataları, vatanları, aile büyükleri ve hafızaları için yas tutuyor, onları anıyor.
İki gün önce, ben de bütün çeşitliliğimizle “biz”den kaybolanları onlarla birlikte andım. Hayatını kaybeden masum insanları andım. Barışabilmek için acıya ortak olmak istediğimden andım.
Ankara’dan “gönderilen” 10 Ermeni vatandaşın adını da ben okudum.
Biz anarken, aynı anda yanda bir grup da oyuna geldiğimiz veya işbirlikçi olduğumuz için bizi protesto ediyordu.
***
Bir an için haklı olduklarını varsayalım.
Belki “aymaz”ız; “uluslararası güçlerin komplosu” nu görmüyoruz. Kerameti kendinden menkul bürokratların ürettiği “Türk Tezi”ne uymuyoruz.
Ama belki de biraz aymaz olmak gerek. “Mega teoriler”le düşünmeye ara verip, biraz da “saftirik” olmak gerek.
Geçen yüzyılın başındaki büyük yangında hayatını kaybeden Ermenilerle Türkleri, Kürtleri ve Süryanileri birlikte anmak mümkün. Hocalı’nın kurbanlarını Ermenilerle birlikte anmak da.
Belki de asırlık nefreti bitirmenin bir yolu vardır.
Belki de içimizdeki diplomata değil, çocuğa kulak vermek gerek.
“Ben de üzgünüm, gel barışalım” demek gerek.
Belki de sahiplenmemiz gereken asıl “Türk Tezi” budur.