Bir dizi konferans ve imza günü için ABD’deyim. Hem de bu ülkenin en muhafazakâr bölgelerinden birinde.
Boş bir vaktimde, kendisi de yazar olan bir Hıristiyan dostum, Mark Scheel, bana şehirdeki bir kaç ilginç dini mekanı gezdiriyor. Bunlardan biri, bir kilise bünyesinde kurulmuş bir “dua odası.” İçinde Hz İsa’yı temsil ettiğine inanılan kutsal “emanet”ler var. Bu yüzden de odada her an mutlaka birisi dua ediyor. Kilise cemaati, bu işi sıraya koymuş; herkes haftanın belirli bir gün ve saatinde gelip burada dua ve ibadet ediyor.
Sonra bir başka kiliseye gidiyoruz. Dostum, “burası İkinci Vatikan Konsülü’nü kabul etmeyen çok muhafazakâr bir Katolik cemaat” diye izah ediyor. 1960’larda toplanan söz konusu konsül, Katolik inancı dışında da “kurtuluş” olabileceğini kabul ettiği için, bir “liberalleşme” adımı olarak biliniyor. Bunu tanımayan reddiyeci Katoliklerin bulunduğunu da öğrenmiş oluyorum ilk kez.
Ardından bir başka kiliseye uğruyoruz. Onlarcasının da yanından geçip gidiyoruz. Çünkü İstanbul’a ne kadar çok cami düşüyorsa, buraya da o kadar çok kilise düşüyor. “Öz Amerika”nın Hollywood filmlerine pek yansımayan realitesi, insanın gözüne gözüne giriyor: Burası epey dindar bir memleket.
Sekülerizasyona veda
Peki bu realite bizler için ne anlama geliyor?
Çok anlama geliyor, ama bence en önemlisi, çoğu Türk “aydın”ının son yüz yıldır benimsediği “sekülerizasyon teorisi”ni çürütmesi.
Bu teoriye göre, din, ancak geleneksel toplumların bir vasfıdır. Bilim ve teknoloji ilerledikçe, refah arttıkça, din de giderek yok olacaktır.
Bu teori yüzündendir ki, Türkiye’de modern çağa uymak, yani “çağdaş” olmak, dindar olmamak anlamına gelir. (Öyle ya, beş vakit namaz kılan birisine, “yahu ne çağdaş adam” dendiğini duydunuz mu? Çağdaşlık edebiyatını sevenler, öyle insanlara daha ziyade “gerici” hatta “örümcek kafalı” der.)
Oysa ortada “çağdışı” bir şey varsa, o da sekülerizasyon teorisinin kendisidir. Çünkü bizzat bu teoriyi kuran isimler son 30 yılda teslim ettiler modernleşmenin dini zayıflatmadığını. Aralarındaki en önemli isim olan büyük din sosyoloğu Peter Berger, açıkça “yanıldım” dedi. (Ama ne anti-modern İslamcılarımız farkında durumun, ne de anti-İslam modernistlerimiz.)
Öte yandan, sekülerist ideologların bir başka öngörüsü daha feci halde yalanlandı: Din-sonrası dünyanın daha barışçı, daha güzel bir yer olacağı iddiası. Hitler, Stalin veya Mao, hiç bir “din savaşı”nda akmadığı kadar kan döktü. Seküler ideolojilerin vahşeti, öcüleştirilen Ortaçağ’ı arattı.
Çoğulculaştıramadıklarımızdan mısınız?
Berger gibi sosyologlarının vurguladığı bir başka nokta daha var: Modernleşme, dini zayıflatmıyor, ancak çoğulculaştırıyor. Farklı din anlayışları ve dindarlık biçimleri üretiyor.
Bana kiliseleri gezdiren dostum da aynı kanıdaydı ve zaten tam bu konuda bir kitap yazıyordu. “İki zıt dini trend var dünyada” dedi:
“Bir, olabildiğince çok insana hitap etmek isteyen, bu nedenle açılan, esneyen, yumuşayan dini söylemler. Bir de tam da bu söylemlere tepki olarak gelişen katı, gelenekçi tutumlar.”
Ben, aynı dinamiklerin İslam dünyasında da yaşanmaya başladığını ve bu yüzyılda giderek gelişeceğini düşünüyorum. Dahası ortaya çıkacak çoğulculuğun Müslümanlara dinamizm katıp İslam’ın hayrına olacağını da düşünüyorum.
Yeter ki, İslam-içi farklılıkları çatışmaya dönüştürmeyelim. Kendi kibirimizi dine giydirmeyelim.
Yani, Bediüzzaman’ın güzel ifadesiyle, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” diyelim de, “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeyelim.