İki haftadan bu yana araştırma ve geliştirme konusu ile ilgili yazıyorum. Sezon finalini bu hafta verelim istedim. Efsaneye göre, ar-ge teknolojik ve sosyal kalkınmanın temelini teşkil eder. Diğer türlü, el yordamıyla kalkınma, başkasından satın alabildiğin kadar büyüme tesis edebilirsin. Anlayacağınız bu durum petrol zengini lakin hiçbir şeyi kendi başına başaramayan ülkelerin düştüğü ‘sit-com’dan başka değildir. Alırsın telefonu karşına ‘selfie çekersin’, o kadar. Bizde de buna benzer bir hal yaşanıyor, maalesef. Halbuki, kurucu irade Selçuklu ve Osmanlı’nın temelinde ar-ge var. Bir zamanların süper gücü olan bu iki devlet bu şekilde kuruldu. G-8’in G-8 olmasında da ar-ge en büyük etken. Onları istediğimiz kadar pankart açıp protesto etsek de bu durum böyle. Üçten fazla sıçrayan çekirge olan ABD de her ne kadar hayta bir müttefik olsa da, ‘ar-ge’den beslenir ve süper güç bu yüzden olur.
Türkiye, son 10 yılın en sükse yapan ülkelerinin başında geliyor. Birçok konuda durum bu şekilde. Ama, ar-ge noktasında yaşadığı da bir ‘durum komedisinden’ ibaret. Bunun en büyük sebebi ise üniversiteler. Ar-ge deyince akla ilk onlar geliyor. Maalesef çağdışı kaldılar. AB ve ABD üniversitelerini ve yaptıklarını iyi bilen biri olarak söylemek isterim ki, bizim akademik dünyamız, hazıra konmak, gelişmiş üniversitelerden parayla satın almak ya da ‘copy cat’ yapmaktan başka bir eylem göstermiyorlar. Batıya özenti, onu taklit ve ‘evin danası öküz olmaz’ mantalitesi yatıyor bunun altında. Yabancı dilin kadar varsın, anca öyle doktoranı yaparsın baskısı altında ar-ge nasıl yükselişe geçebilir ki. Adam, ‘present perfect tense’ çalışmaktan ar-ge’ye fırsat bulamıyor. Hem neden yapsın ki. Bir tercüme, birkaç montaj. Al sana akademik kariyer. Böyle olunca da, üniversite rektörü, YÖK Başkanı bile olabilirsin. ‘Benim geleceğim büyüktür ülkenin geleceği’ karşılaştırmasında kaybeden hep ülke olur. Aristo’dan bu yana böyle. Dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biriyiz. Bu son 10 yılın yönetiminin ulaştığı bir başarı. Ama aynı şey ar-ge ve akademik camia konusunda geçerli değil. Bu konuda sınıfta kaldık. Kısa vadeli ve küçük düşünmek bunları hantal yapıyor. Olay bu. Üniversite böyle, peki ya iş dünyası nasıl.
İhracaatta sürdürebilir mantalite
Olay bu olunca da, ne üretebiliyoruz ne de yüksek teknolojiye sahip ülkelere sürdürülebilir ihracat yapabiliyoruz. Kısa döngülü düşünüyoruz. Ana mantalitemiz ‘sat ve kurtul’. AB’nin ileri ülkelerine ihracat yapmak istiyorsunuz, ama bu pazara ait alt yapı yatırımlarına girmekten kaçınıyorsunuz. Böyle bir organizasyona giremiyorsunuz. Araba satttığınızı düşünün ya da hasat makinesi, ama ne servisi var ne de yedek parçası. Sakız mı bu. Kim kullanır bunu. Cesaret ister. Batıda öyle cesur bir yürek yok maalesef. Bir de ‘marketing’ açısından bakalım. Şöyle ağız tadıyla telaffuz edilebilen, hani ‘pelesenk’ seviyesinde bir markanız var mı? İşletmenizin ve dolayısıyla markanızın adı Değirmencioğlu Makina diyelim örneğin. Lars von Trier senden makine alır mı? Nerden aldın bunu diye sorsalar adam telaffuz edemez. Neden alsın ki! Adam birden kıllanan adam haline gelir. Hadi bunu aştık, peki kalite yönetimi üzerinden bakalım. CE sertifikası alacaksınız. Ahbabınızın veya danışmanlık aldığınız şirketten, ‘madem öyle bizim de olsun’ amacıyla aldığınız an bunu ve sürdürülebilir kalite yönetmeliğiniz yoksa bu iş olmaz. Hele hele kabul görmemiş bir ülke ve/veya kurumdan aldıysanız, kalitenize siz bile inanmıyorsanız bu iş tamamdır. İhracatı ilk ve son kez yaparsınız, o da yapabilirseniz. Son olarak, fiyat avantajını kullanmayı düşündünüz. Burada da gelecek okuması yapacak olursak işimiz yaş. Zira Türkiye’nin gelişmiş firmaları Avrupa’ya mal satarken genelde ‘etnik marketing’ üzerinden hareket ediyor. Orada yerleşik Türk nüfusunu hedef alıyor. Nerden baksan 4 milyon kişi. Vaavv. Peki ya, geri kalan 296 milyon kişi ne olacak. Mükemmel bir pazarlama dehası. 300 milyonluk Avrupa’da hedefi küçültmek ilginç doğrusu. Müşteri ne ister sorusunu akla gelmiyor tabii, elimdekini müşteriye nasıl kakalarım içgüdüsü harekete geçiyor. Sanırım, ne kadar eğitim alsak da, bu ülkelere ticaretimiz taşeronluktan öteye gidemeyecek. İşin kolayına kaçacam derken, aslında kompleks gibi görünen ama göründüğü kadar zor olmayan çözümlere akıllı AR-GE ve vizyon sahibi kişilerle ulaşmak hiç zor olmasa gerek. Ekonomi Bakanımıza bu konuda çoooook iş düşüyor.
Soma. Sabır ve dua.
Bazen zaman durur. Bazen hiçbir şey yapamazsın. Yerin bilmem kaç kat altında çalışan insanların diyarından haberin en koyusu düştüğünde yüreğine, 205 kere yanarsın. Ekmek ve acı. Hayat ve ölüm. Ateş ve toprak. Hiçbir şey diyemezsin. Rahmet dilemekten başka. Sabır ve dua.