Soykırım iddialarıyla karşılaştığından bu yana Türkiye yoğun bir siper savaşı veriyor. Muhataplarını bazen ilişkilerini kesmekle tehdit ediyor, bazen de Ermeni lobisinin etkisini dengelemeye çalışıyor. Her ne kadar zaman içinde soruna bakış değiştiyse de temel devlet refleksi sabit kaldı, Cumhurbaşkanı Gül’ün sağduyusu ile başlattığı futbol diplomasisi gibi birkaç istisnai deneme dışında yıllardır hep aynı reaksiyon verildi.
Gazetelere yansıdığı kadarıyla 2015 için yapılan hazırlıklar da benzeri bir mantığa dayanıyor. Malta belgelerinin değerlendirilmesi ile 1915’te yaşanan büyük trajedinin ve onun sorumluluğunun inkâr edilmesi, Azerbaycan ile kurulacak ortaklıkla lobi faaliyetlerinin güçlendirilmesi, 1000 büyük Türk’ün Türkiye’de toplanması sayesinde dünyaya mesaj verilmesi hedefleniyor. Ama galiba sorunun özü yine ıskalanıyor.
***
Çünkü sorunun özü 1915’te yaşanan bir trajedinin birtakım devletler tarafından soykırım olarak tanınmasının engellenmesi değil. Sorunun özü Türkiye’nin bu trajedinin varlığını tanıması, tıpkı Dersim’de olduğu gibi o zaman yaşananlardan dolayı üzgün olduğunu göstermesi. Bunu gösterebildiği, bir süre önce Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun dediği gibi aslında kendi diasporası olan Ermenilerle acıyı paylaşabildiği anda sorun çözülecek.
Yaşanan trajedinin hukuki tanımı tali bir konu. 1915 yılında bazı yerlerde bazı insanlar soykırım suçu işlemiş de olabilir, işlememiş de. Zaten birtakım insanların işlemiş olduğu suçlar bizi bağlamaz, tüm ülkeyi soykırımcı yapmaz. Soykırım suçu tıpkı cinayet, tıpkı darbecilik, tıpkı işkencecilik gibi bireysel bir suçtur. Bu suçu bu topraklarda işleyenlerin yargılanması gerektiğinde yargılayacak olan makam Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleridir. Ayrıca bir suçun soykırım olması mülkiyet kaybından doğan hak konusunda da bir fark yaratmaz.
Eğer 1948 Soykırım Önleme Sözleşmesi geriye işliyor olsaydı ve o suçu işlediği iddia edilen insanlar da hayatta olsaydı, aklanmaları için dahi mahkemeye çıkmaları gerekirdi. Türkiye onları yargılamayı kabul etmemiş olsaydı, o zaman suça iştirak etmiş olurdu. Müştekilerin davayı uluslararasılaştırma hakkı doğardı. Yani devletin suçun niteliği konusunda yargı kararı öncesinde tarafsız olması, suçluyu savunuyor konumuna düşmemesi beklenirdi.
Türkiye ne yazık ki yıllardır suçluyu ve suçu savunuyor konumunda kaldı. 1915’te yaşanan trajediyi kabullenip, üzüntüsünü belli edebilseydi, savaş sırasında yerinden edilip ölümlerine neden olunan “vatandaşları” için bir yerlere bir abide dikebilmiş olsaydı, bugün bu sorunların hiçbiri ile uğraşmaz, diplomatik enerjisini böyle fuzuli yerlere harcamazdı. 24 Nisan’ı başkaları değil Türkiye anabilmiş olsaydı, hiçbir ülkeyi tehdit etmek zorunda da kalmazdı.
Fakat ne yazık ki demokrasi eksikliğimiz, ifade özgürlüğümüzün önündeki engeller, kuruluş ideolojisine sadakatle bağlı oluşumuz ve vatandaşlık anlayışımızın çağdışılığı sorunun özünü görmemize engel oldu. Soykırımın ne demek olduğunu, 1915’te neler yaşandığını tartışamadığımız için kabahati hep başkalarında bulduk. Bize iftira attıklarını düşündük. Dedelerimizin hata yapmış olabileceği gerçeğini tümüyle reddettik.
***
Başkaları da rahat durmadı tabii ki. Bizim zafiyetlerimizden yararlandı. En son Fransa örneğinde gördüğümüz gibi Türkiye’nin refleksleri ile seçim kazanma hesabı yapan cumhurbaşkanları dahi oldu. Ama artık bunları, daha doğrusu kendimizi aşmamız gerekiyor. Eski reflekslerle, bilinen belgelerin siyasi keşfiyle soykırım sorununa karşı savaşamayız. Türk dünyasının önde gelenlerini toplayarak, sadece inkârcı bir görüntü veririz, Ermeni diasporasının haklılığını kanıtlarız.
Dünyaya Türkiye’nin değiştiğini, demokratikleştiğini, geçmişi ile barıştığını ve hesaplaştığını göstermek zorundayız. Darüşşafaka’nın, daha doğrusu Türkiye’nin vatandaşlık anlayışı değişirken, darbeciler ve darbecilik yargılanırken, 1915 trajedisi konusunda yerinde saymak, geçmişte başarısız olmuş yöntemleri tekrar tekrar denemeye kalkışmak Türkiye’ye yakışmıyor. Öyle bir konuma gelmeliyiz ki bize kimse ahlaki üstünlük taslayamasın...