Yeni başlayan bir yılın nasıl geçeceğine dâir tahminlerde bulunmak bence zor ve başarı şansı düşük bir faaliyet alanıdır. Biraz müneccimliğe benzediğini dahî söyleyebiliriz. Öyle ya, onlar da birtakım işâretlere bakarak aradıkları sonuçları bulmuyorlar mı? Müneccimlikle politik öngörü arasındaki en önemli fark muhtemelen, müneccimler arasındaki isâbet oranının, politik tahmincilere nazaran çok daha yüksek oluşudur. Bir de tabii müneccim kehânetlerinin, politik kehânetlere nisbeten çok daha realist temellere dayanması... Meselâ bundan üç dört yıl önce Merrâkeş’de falıma bakan aşırı derecede yaşlı o siyâhî kadın, en az, ama en az 95 sene yaşayacağımı ve 92 yâhut belki de 93 yaşıma girdikden sonra üçüz çocuklarımın olacağını müjdelemişdi. Evvelki günse CHP Lideri Sayın Kemâl Kılıçdaroğlu, partisinin bu sene 2014’de yapılacak iki, hattâ belki üç seçimi de kazanacağını söyledi.
Şimdi istirhâm ediyorum; o mu daha gerçekçi ve ihtiyatkâr yoksa benim Merâkeş’deki falcı mı?
Evet, bu işler zor ve başarı ihtimâli düşük faaliyet alanları.
Fakat eldeki verilere bakarak bâzı şeyleri kestirmek tamâmen imkânsız da sayılmaz. Yazılarımı az çok sürekli olarak izlemek zahmetine katlanan okuyucularım, uzun süredir Irak ve Sûriye’nin geleceğine ilişkin olarak karamsar beklentilerim bulunduğunu bilirler.
Ben, Osmanlı İmparatorluğu’nun zâten bağımsızlık vermeğe hazırlandığı Arab Yarımadası’nda İngiliz ve Fransızların İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra birtakım sun’î devletler kurduğuna muhtelif vesîlelerle değinmişdim. Eğer Türklerin daha sekiz on sene kadar zamanları kalsaydı bütün bu bölgeyi tabii bir şekilde bağımsızlığa uğurlayacaklardı. Nitekim bağımsızlık kazanacak bu devletleri yönetecek kadroları oluşturmak amacıyla Cennetmekân Hamîd Han tarafından “kabîle mektebleri” adı altında eğitim mekanizmaları oluşturulmuşdu. Oralarda Arab gençleri bir tür mülkiye eğitimi alacaklar ve ülkelerine dönüp yönetimin başına geçeceklerdi. Türkler Arab Yarımadası’nı da ayrıca böyle bir yamalı bohçaya döndürmeyecekler, her biri çok daha büyük ve kendi başına ayakda kalabilecek kapasitede üç dört devlet kurmakla yetineceklerdi.
Olmadı ve o yıllardan bu yana Arablar da bir daha rahat huzur yüzü görmedi. Üstelik Kürdler de dört ülkeye bölünmüş olarak gayrıtabii bir varlığa mahkûm edildi. Kanaatimce bu da kasden yapıldı. Gerçi İran Kürdleri öteden beri diğerlerinden ayrıydı ama onlar Şiî oldukları için zâten farklı bir grup teşkîl ederler.
Bu arada Irak ve Sûriye’nin çatırdamaya başladığına tanık oluyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bu iki sun’î devlet parçalanacak.
Bunun anlamı, pek de uzak olmayan bir gelecekde, Hakkâri’den Akdeniz kıyılarımıza kadar uzanan bir Kürd politik varlığı vâkıasıyla yüzyüze kalacağımızdır.
Bu “entite” bağımsız bir devlet olarak ayakda kalma şansına pek mâlik olmadığı, çünki bunu denerse gerek güneyinden gerekse kuzeyinden, başda dünyâya açılmak olmak üzere, bir dizi problemle boğuşmak mecbûriyetinde kalacağı için Türkiye’ye yanaşmak ihtiyâcını hissedecekdir. Ankara’nın, güneyinde meydana gelen bu Kürd siyâsî varlığına karşı hasmâne bir tutum içine gireceğini zannetmiyorum. Tam tersine, Ankara zannımca, Türkiye’nin birkaç güney vilâyetini de içine alarak teşekkül edecek ve kendisiyle federal yâhut konfederal bir bağlantı içine girecek bir Kürd devletinin bölgeye istikrar getireceğini hesablayabilecek tecrübeye sâhibdir. Zîrâ böylece iki parçadan oluşacak fevkalâde sağlam bir süper güç ortaya çıkacakdır.
Kendi kaderini bizzat tâyîn edecek bir Kürd milleti ise NATO üyesi ve yakında (eğer hâlâ isterse!) AB üyesi, üstelik ekonomisi de olağanüstü olumlu gelişen bir Türkiye’nin bir parçası olmayı herhalde câzib bulacakdır. Üstelik bu gönüllü berâberliğe o da eli boş gelmemekde, terâzinin öbür kefesine Musul petrollerini koymaktadır.
Bütün bunlar tabii ki önümüzdeki oniki ayda olup bitecek işler değildir. Ama içlerinden önemlice bir bölümünün bu süre zarfında ete kemiğe bürünmeğe başlaması beni şaşırtmayacakdır.