2012’nin sonuna geldik. Kalem sahiplerinin çoğu da, adet olduğu üzere, geçmiş yılın bir muhasebesini yapıyor, “en iyi” ve “en kötü”leri listeliyorlar.
Ben de bir muhasebe yapacağım. Ancak “iyiler” ve “kötüler” üzerine değil, geçtiğimiz bir yılda Türkiye’de ortaya çıkan siyasi tablonun nüansları üzerine.
Bunu yapmak için de 2012’den önceki 8-9 yıllık süreci bir hatırlamak lazım.
O sürecin bence net bir tablosu vardı: “Demokrasi taraftarları” ile “otoriter Kemalist rejim taraftarları” arasında kıyasıya bir mücadeleye sahne oluyordu Türkiye.
İlk grupta AK Parti, onu destekleyen farklı muhafazakâr kesimler, liberaller, demokrat solcular ve nihayetinde Avrupa Birliği yer alıyordu.
İkinci grupta ise ordu, yüksek yargı, CHP, “laik kesim”, ulusalcılar, hatta kimi ulusalcı-İslamcı parti ve gruplar sıralanmıştı.
Bu tablonun da hoş bir rahatlığı vardı: Eğer demokrasiye, özgürlüğe, hukuka, adalete inanıyorsanız, nerede duracağınız, hangi dinamiği destekleyeceğiniz belliydi.
Yeni fay hatları
Ancak, önce 2010 referandumu sonra da 2011 genel seçimleri, bu mücadelenin galibini ilan etti. İlk grup kazandı, ikinci grup kaybetti.
Gelgelelim, “demokrasi taraftarları”nın bu galibiyeti, Türkiye’yi bir anda demokrasi cennetine çevirmedi. Dahası, umulan huzuru bile vermedi.
Elbette bunun en büyük sebebi, ülkeyi halen “düşük yoğunluklu çatışma” ortamı içinde tutan PKK terörüydü. Terör, sadece kan akıtmaya devam etmekle kalmadı. Aynı zamanda devlete Uludere gibi korkunç bir yanlış da yaptırdı.
Öte yandan başka bir şey daha oldu: Eskiden “demokrasi cephesi” içinde birleşmiş olan gruplar arasında çatlaklar, gerilimler ve fay hatları ortaya çıkmaya başladı.
Örneğin hepsi sahiden liberal olmasa da kabaca “liberaller” olarak anılan entelektüeller ile AK Parti yönetimi arasındaki mesafe açıldı.
Dahası, muhafazakârlar bile siyaseten yekpare kalmadı. Sadece meşhur “cemaat-hükümet gerilimi” değil, Mazlum-der gibi İslami referanslı sivil seslerin hükümete yükselttiği eleştiriler de yeni makaslar açtı.
Hatta ve hatta Çankaya ile Başbakanlık arasında bile nüanslar belirdi.
Aslında böyle olması da son derece doğaldı. Çünkü 2002-2011 arasında oluşan demokratik ittifak, olağanüstü bir duruma (darbe tehlikesi ve vesayet direncine) karşı oluşmuştu. Olağan dönemde farkların öne çıkması normaldi.
Fakat bu normal durumdan yeni anormallikler üretmeyi başardık. Yeni gerilimler, mücadeleler, “ihanet”ler çıkardık ortaya. Çünkü, bana sorarsanız, normal siyasete, kavga etmeden farklılaşmaya, “anlaşmamakta anlaşmaya” alışık değiliz henüz.
Manikyen kültür
Örneğin AK Parti (veya taraftarları), bazen hâlâ hükümeti desteklemekle demokrasiyi desteklemeyi birbirine özdeş sayabiliyor. Normal (ve hatta haklı) eleştirileri bile, eski statükonun (veya kötü niyetli “küresel güçler”in) emrine girmek olarak algılayabiliyor.
Öte yandan AK Parti ile araları açılan kimi liberal veya muhafazakârlar, gördükleri sorunların ardında iktidar yorgunluğu, popülizm, kişisel hırslar gibi normal açıklamaların yerine, “Ergenekon’a teslim olmak”, “derin devletle uzlaşmak” gibi dramatik komplo teorileri üretebiliyorlar.
Bu iki zıt tutumun ortak yanı, sonuna kadar hep birlikte yürünmesi gereken bir “doğru yol”a inanıp, bundan ayrılanları “sapmakla” suçlaması. (Siyaset bilimi terimiyle, “manikyen” olması.)
Oysa hükümeti beş konuda destekleyip üç konuda yermek mümkün. (“Çeşit olsun” diye değil, benimsediğiniz ilkeler gereğince.)
Umarım 2013’te daha çok duyarız böylesi nüans sahibi sesleri.
Hepinize hayırlı seneler...