Evet, yarın '20 Temmuz 1974 – Kıbrıs çıkarmasının 50. Yıldönümü
Önce bir 'durum muhakemesi' yapalım..
Kıbrıs adası Venedikli denizcilerin elinde iken, Müslümanların İstanbul'a doğru yönelmelerinin ilk merhalesi sayılabilecek bir deniz üssü durumunda görüldüğünden 'Emevîler' zamanında bir deniz gücü Kıbrıs'a gelmişti. Hattâ, o sefere katılanlardan birisi de Hz. Peygamber (S)'in 'hala'larından birisiydi. Bu bakımdan 'Hala Hâtun Türbesi' denilen mekân, hâlen de Rum tarafının elinde olan Larnaka'dadır..
Kıbrıs adasının Osmanlının eline geçmesi ise 1571'de olmuştur.
Ama, aradan 300 sene geçmekteyken, 1877-78 (Hicrî-Qamerî takvimle, 1293)'de, -henüz tahta geçişinin 6'ncı ayına varmadan 2. Abdulhamîd'in kucağına bir ateş topu halinde verilen- Osmanlı-Rus Savaşı patlak verip, Rus Orduları, doğuda Kafkasları aşıp taa Bayburt'a; Batı'da da Osmanlı toprakları olan bugünkü Balkanlar'ın bir bölümü olan Romanya ve Bulgaristan'ı geçip taa Yeşilköy'e dayanarak, İstanbul'u ele geçirmeye ramak kaldıklarında.. İstanbul'un Rusya'nın eline geçmesini kendi stratejilerine aykırı bulan İngiltere, Osmanlı'ya yardım etmek istediğini bildirir, ancak bunun için de, donanmasını Doğu Akdeniz'de konuşlandırabileceği bir yer olarak Kıbrıs adasını gösterir.
Sultan 2. Abdulhamîd, çaresiz, mülkiyeti Osmanlı'da kalmak üzere, Kıbrıs'ın intifa (faydalanma) hakkını İngiltere'ye bırakır. Ve Rusya, savaşta İngiltere'yle karşı karşıya gelmeyi istemediğinden, Ayastefanos (Yeşilköy) Andlaşması'yla ilerlemesini durdurur.
Sonra devreye, kara Avrupası'nın güçlü lider ülkesi ve de İngiltere ile güç rekabetinde olan Bismarck Almanya'sı girer ve 1878'de toplanan Berlin Konferansı'nda, 450 yılı aşkın zamandır Osmanlı vatanı olan Rumeli'nde, Balkanlar'da birçok topraklar elimizden çıkar..
Ama, İngiltere'nin Kıbrıs adası üzerindeki 'intifa hakkı' henüz de devam etmektedir. Ama, 1914'de 1. Dünya Savaşı patlak verip, Osmanlı, İngiltere'nin karşısındaki blokta, yani Almanya'nın safında yer alınca, İngiltere, Kıbrıs adasını 'ilhak' ettiğini, artık kendi malı haline getirdiğini ilân eder; ama, elbette o durumda, Osmanlı bu 'ilhak'ı kabul etmez. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ile Almanya ve diğer müttefiklerinin yenilmesinden sonra, Avrupa artık yeni güç dengelerine göre şekillendirilecektir, İngiliz emperyalizminin teşvikiyle..
Savaştan sonra ise.. İsviçre'nin Lausanne (Lozan) şehrinde yapılan -sözde- sulh görüşmeleri'ne hem İstanbul Hükûmeti ve hem de Ankara'daki Meclis'in temsilcileri çağrılır. Ancak, iki başlılık olmaması gerekçesiyle, Ankara'daki Meclis'in temsilcilerinin, İstanbul Hükûmeti'nin de temsilcileri oldukları kabulüyle, Lozan görüşmelerine tek grup halinde gitmeleri sağlanır; Ankara'dakilerin İstanbul'daki merkezî hükûmete yaptıkları teklifin gereğince.. İstanbul'daki Hükûmet de, zaten maaşlar, rütbeleri, yetkileri vazifelendirmeleri belirleyen merkez olduğundan, bu yaklaşımı 'iyiniyetli' olarak kabul eder.
*
Ve Lozan'da, mâlum düzenlemeler yapılırken, Kıbrıs meselesi de kolayca tatlıya bağlanır ve antlaşma metninin 21. Maddesi'nde, 'Cezire-i Kıbrıs'ın (Kıbrıs adasının) bir İngiliz adası telâkki edildiği' açık bir şekilde yazılır ve böylece 1571'den beri Osmanlı'nın olan Kıbrıs adası, 350 yıl sonralarda o dönemin uluslararası hukukunun da bir düzenlemesi olarak İngiltere'ye terkedilir.
Ve, -daha sonraları- yunanca ismiyle Egeus diye anılan Adalar Denizi'ndeki '12 Ada' grubu ise, zâten, Balkan Harbi yenilgimizden sonra, 1913'de İtalya'ya bırakılmıştı. (Ama, daha ilginç olanı şu ki, Kâzım Karabekir, Manastır Askerî İdadîsi'nde okudukları zamandan beri çoğu subay namzedleri arasında Anadolu'ya çekilme konusu yaygın şekilde tartışılmaktadır.. Psikolojik yenilgi havasına teslim olunulmuştur. Aynı konuya, Fâlih Rıfkı'nın -bir M. Kemâl biyografisi olan- 'Çankaya' isimli eserinde de değinilir ve genç M. Kemâl'in de, taa eskiden beri, -Anadolu sahillerine yakın 1-2'si hariç- Adalar Denizi'ndeki bütün adalardan vazgeçilmesi görüşünde olduğu dile getirilir.. Subaylar, daha ilk gençlik yıllarında böyle düşünürse, onun yarını nasıl olacaktı?
Ve yine ilginçtir, işbu '12 Ada'lar grubu, Balkan Savaşı'ndaki ağır yenilgimiz üzerine 1913'te, İtalya'ya bırakılırken; 'İtalya'nın bu adalardan ayrılması halinde, bu adaları yine Osmanlı'ya devretmesi' antlaşma metninde yazılı olduğu halde ve İtalya, 2. Dünya Savaşı'ndan 1944'lerde yenik olarak çıkarken, bu adaları Türkiye'ye bırakmak için nabız yoklar. Ancak, Türkiye 'silâhlı tarafsızlık' ilân ederek o savaşa katılmadığından, şimdi savaşın bu tablosundan fayda sağlaması halinde, o savaş karşısındaki tarafsızlığı terk ediyor duruma düşebilir endişesiyle devreye girmez ve bu adalar, 2. Dünya Savaşı'nda galip devletlerin safında yer almış olan Yunanistan'a bahşiş olarak verilir..
Ama, bu yetmezdi elbette.. İngilizlerin elinde olan Kıbrıs adasında Ortodoks Kilisesinin Başpiskoposu olan Makarios, 1950'lerde Kıbrıs'ın Yunanistan'a katılması dâvasının bayrağının açar ve Grivas gibi eski askerlerin liderliğinde, (Yunanistan'a bağlanmak) ideali için kullanılan 'Enosis' dâvasını gerçekleştirmek üzere, 'EOKA' adında kanlı bir silahlı mücadele teşkilatı da kurar. Bazı İngiliz askerleri yaralanır, vs.. Birkaç tanesi de ölür.. Ve Lozan'dan sonra, o zamana kadar bu konuyla hiç ilgilenmeyen Türkiye ise, işkillenmeye başlar..
Ancak, Adnan Menderes Hükûmeti'nin Dışişleri Bakanı Prof. Fuad Köprülü, 'Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur..' der.. Sonra, bu vazifeden uzaklaştırılır, yerine, -27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nden sonra idâm olunacak olan- eski ve seçkin diplomatlardan Fatin Rüştü Zorlu getirilir. Ve, baştan başa bütün Türkiye Kıbrıs mitingleriyle ayağa kalkar..
Ama, Selanik'te, M. Kemal'in doğduğu eve bomba konulduğu yalan haberinin bir akşam gazetesinde yayınlanmasıyla, harekete geçen kontrolsüz kitlelerin çılgınlığıyla, 6-7 Eylûl 1955 günlerinde, İstanbul'da başta Rumlar olmak üzere gayrimüslim kesimler ve hattâ mâbedlerine ağır saldırılar olur, ölümler meydana gelir ve Menderes Hükûmeti duruma ancak, 'Örfî İdare / Sıkıyönetim' ilân ederek hâkim olabilir. Neticede Türkiye, ağır bedeller öder elbette.. (O büyük hadiselerin, karışıklık ve tahribatın üzerinden 40 küsur yıl geçtikten ve zamanaşımı gerçekleştikten sonra, bir em. General, '6-7 Eylûl'ün, kendisinin de içinde bulunduğu bir istihbarat kurumunun en başarılı operasyonu' olduğu itirafında bulunur. Evet, devletin içinde, dış siyaseti bile düzenlemeye kalkışan bir istihbarat kurumu..
Ve sonra da 1959-60'larda, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan Londra ve Zurih antlaşmalarıyla, bu üç ülkenin garantörlüğü altında bir Kıbrıs Devleti kurulur; cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk; ve bütün devlet karolarında da yüzde 2 rum ve 1 türk olmak üzere bir devlet yapılanması oluşturulur. Makarios bu devletin Başkanı cumhurbaşkanı olmuştu, Fâzıl küçük ise Cumhurbaşkanı yardımcısı..
Adnan Menderes'in uçağı Londra Antlaşması'ndan dönüşte, bir dağa çarpar ve birçok Bakan'lar, kumandanlar ve MİT Müsteşarı hayatını kaybeder, Menderes ise, yaralı olarak kurtulur ve 1 ay kadar tedaviden sonra, Şubat -1959'da ülkeye döner ve İstanbul'da ve Ankara'da yüzbinlerin coşkun sevgi gösterileriyle karşılaşır.. Bu satırların sahibinin de bulunduğu o muazzam kalabalıkların başında, Adnan Menderes'i en önde karşılayan, İsmet İnönü idi.. Ama, aynı Menderes, 15 ay sonra baş destekçisi İsmet Paşa olan 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'yle iktidardan indirilecek, düzmece bir Yüksek Adalet Divanı tarafından, 'Türk Milleti Adına..' diye verilen ve gerçekte bir cinayet hükmü olan idâm kararıyla, asılarak öldürülecekti, Fatin Rüştü ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'la birlikte.. Ve 15 ay önce milyonlar halinde Adnan Menderes'i bağrına basan milletten ise, tek bir itiraz sesi bile yükselemeyecekti. Askerî diktatörlük o kadar zâlimâne idi, işletiliyordu, resmî ideoloji adına..
*
(Aziz okuyucular ve Star'ın Gn. Yy. Md. Nuh Bey mâzur görsünler, bu hamur daha çoook su götüreceğinden, henüz 20 Temmuz 1974'e de gelemedik.. Onu da yarın yazalım, inşaallah..)