Zaman makinası henüz icat edilmemiş olsa da; eski dergi sayfalarının arasında dolaşmak, geçmişle bugün arasında bağ kurabilmenin bir yöntemi olabilir mi acaba?
1954 seçiminin sonucu CHP açısından yıkıcıydı; CHP’nin 1950 seçimini kaybederken kazandığı neredeyse % 40 oy oranı, bu kez daha da aşağıya inmişti. CHP beş puan daha gerilemişti. Aşağı yukarı iki partili bir sistemde bu rakam; CHP’nin bu oyları büyük ölçüde iktidar partisine kaptırdığının göstergesiydi. 50 seçim sonucunu bir kaza eseri gören CHP yönetimi açısından bu sonucun bir şekilde açıklanması gerekirdi. Özellikle de CHP seçmen tabanı böyle bir beklenti içindeydi.
CHP seçimi analiz ediyor
CHP Meclis Grubu Başkan vekili Server Somuncuoğlu; seçimin üzerinden daha birkaç gün geçmişti ki, 22 Mayıs 1954 tarihinde, henüz çiçeği burnunda “Akis” dergisine yazdığı bir yazıda; bu işi üzerine almış gibi görünüyordu. “Akis” için çiçeği burnunda dememin nedeni, derginin 15 Mayıs’ta yayın hayatına atılmış olmasıydı. Somuncuoğlu, sonucu basit bir şekilde sunmuştu: “Seçmen çoğunluğu DP’nin iktidarda kalmasına karar verdi.” ‘Hepsi bu mu?’ diye soracak olan okuyucularımızın biraz sabırlı olmasına ihtiyaç var. Elbette değil tabiî… Daha derin analizler için; seçimden “daha başka mânâlar çıkarabilmek için, partilerin aldıkları oy miktarlarının kesin rakamlar halinde” kamuoyuna sunulması beklenecekti.
Somuncuoğlu’na göre, seçim sonucundan “bir takım siyasî neticeler çıkarmak, halkın meyli [eğilimi] hakkında fikir edinmek için oy yekûnlarına ihtiyaç olmakla beraber, politik hayatın bugünü ve yarını bakımından daha ehemmiyetli [önemli] noktalar üzerinde durmak, o rakamlar olmasa” bile mümkündü. Galiba sadede geliniyordu. Neden mi böyle olmuştu?
Şimdi sıkı durun öyleyse, yazı şöyle sürüyordu: “Okumuş yazmışı çok olan memleketlerin rejimi diye adlandırılan demokrasi, Türkiye’de halk kütlesi içinde şimdilik selim aklı, mesnet [dayanak] olarak bulmuştur. Gelecek nesillerin çoğaltacağı aydın seçmenlerin siyasî kaderi tayin edeceği güne kadar, bundan başka dayanılacak müsbet [olumlu] bir esas bulmaya da imkân yoktur.” Böylece Türkiye için demokrasinin bayağı sıkıntılı bir rejim olduğu, satır arasına sıkıştırılmıştı bile. Okumuş yazmışı çok olmadan demokrasiye geçişin baştan o kadar da doğru bir karar olmadığı adeta itiraf ediliyordu.
Dahası; halk kütlesi içinde dayanak noktası aranacak olsa, bulunacak tek nokta da aklı selimdi. Ancak gelecek nesiller, aydın seçmenlerin sayısını çoğaltacak ve o gün gelinceye kadar da yapılabilecek pek başka bir şey olamayacaktı.
Seçmen çoğunluğu dünyadan habersiz
Somuncuoğlu’nun analizi bu aşamada seçmenlerin niteliğine de ışık tutuyordu: “Seçmen çoğunluğunun, günlük hayat mücadelesi içinde, meselelerden dahi habersiz yaşadığını ve siyasî kanaatlerini izhar etmeye [açıklamaya] davet edildiği zaman, çapraşık bir takım hislerin baskısı altında olduğunu kabul etmek lazımdır.” Yani, seçmenler, genellikle günlük ekmeğinin peşinde koşan alalede insanlar olduğundan; gündemi oluşturan meseleler hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Siyasî görüşleri de, tam olarak ne olduğu belirlenemeyen bir takım duygusal ve karmaşık baskılar altında şekilleniyordu. Yazar, muhtemelen bu tercihin mantıklı ve rasyonel bir açıklamasının olamayacağını belirtmek istiyordu. Yoksa, neden ‘his’ mevzuuna bu kadar ağırlık versin ki?
Ama bir çözüm yolu vardı: “Bu durum karşısında politikacı, onu aldatarak oy alacağı yerde, ahlâka sımsıkı bağlı kalarak, hakikatleri söyleyerek, yazarak, selim aklın tam faaliyet göstermesini” sağlamalıydı. Somuncuoğlu, seçmenin oy desteğini daha çok alanların, seçmeni aldattığı kanısındaydı.
‘Diplomalı aydınların ihaneti’
Fakat Somuncuoğlu, sadece geniş seçmen tabanını eleştirel bir şekilde gözden geçirmiyordu. Aksine, ona göre, “diplomalı aydınlar”ın da bu sonuçta hisseleri vardı. Bu kez, seçmen tabanını gözeten, fakat aydınları yeren şu satırları yazmıştı “Birçok yazarlarımızın ortaya koydukları bir hakikati tekrar etmek yerinde olur: Türkiye’de fazilete bağlı kalan, inancını ve prensiplerini müdafaa ederek, şahsî menfaatlerini feda edenler, daha çok tahsil [eğitim] görmemiş vatandaşlardır. Diplomalı aydınlardan ön plâna gelmek şansını bulmuşların çoğu, menfaatleri uğruna, fikir, kanaat ve taraf değiştiriyorlar. Bu vaziyette kimin, kime ve nasıl rehberlik edeceği de bir mesele olarak karşımızda durmaktadır.”
Yazar, bu kez de, aydınların misyonunu yerine getirememiş olmasından duyduğu hayal kırıklığını belirtmektedir. Eğitimsiz geniş yığınların aksine, küçük bir grup oluşturan ‘diplomalı aydınlar’ ise, çıkarları uğruna, bir bakıma misyonlarına ihanet içindedirler. Yazarın bu ithamla kimleri kast ettiği anlaşılamasa da; bir noktaya değinmeden geçmek mümkün değildir. Somuncuoğlu, ‘diplomalı aydınlar’ı bu sekilde suçlarken, aslında onların eğitimsiz cahil geniş kitleye “rehberlik” görevlerini aksattığını ileri sürmektedir. Onun zihniyetinde, ‘aydınlar’, eğitimsiz kitleye ‘rehberlik’ etmeliydi ve artık bunun şimdi nasıl başarılabileceği meçhûldü.
AKİS DERGİSİNİN KOLEKSİYONU ARTIK İNTERNETTE
İyice meraklı okuyucular, elbette haklı olarak sorabilirler; bu eski dergileri kolayca edinmek mümkün müdür diye… Şimdi güzel bir haber vereceğim. Evet, “Akis derginin yayınlanan bütün sayılarını internette kolayca bulabilirsiniz. Size bu imkânı İnönü Vakfı’nın web sitesi sunuyor. Bundan birkaç ay önce İnönü Vakfı, aslında hayli meşakkatli bir iş yaptı. Metin Toker’in ünlü “Akis” dergisi koleksiyonunun tamamını tarattı ve her sayısının orijinal taramasını ilgilenenlerin kullanımına sundu. “Akis”in yayın hayatına atıldığı 1954 yılından, kapandığı 1967 yılına kadarki on dört yıllık “Akis” koleksiyonu artık sizden sadece bir ‘tık’ ötede bulunuyor. Böylesine bir emeğin pek de farkında olunamadığını biraz da üzülerek fark ettim. Medyada mesela, bu güzel emek haberi kendisine pek yer bulamadı. Oysa, eskiler “marifet iltifata tâbidir” derlerdi. İnönü Vakfı’nın bu takdir edilmesi gereken çabası ise, gözden kaçmışa benziyor. Her neyse, eminim “Akis” gibi döneminin önde gelen siyasî dergisinin bütününe bu kadar kolay erişim –üstelik ücretsiz!- pek çok kişinin ilgisini çekecektir. Bu arada belirteyim ki, dönemin siyasî tarihini yazacak olan müstakbel araştırmacılar açısından da bu, beklenmedik, fakat çok yararlı bir girişim olmuştur. “Akis”in tarihi de, siyasî tarihimiz açısından olduğu kadar, basın tarihimiz açısından da çünkü başlı başına ele alınacak ve araştırılacak bir konudur. Meraklılara buradan duyuruyorum.
PEKİ, BEN NE YAPACAĞIM?
Bazen yazarlar zaman zaman okuyucularıyla dertleşirler; bu kez de ben öyle yapacağım. İnönü Vakfı’nın bu harika girişimi sonucunda; onlarca yıldır çeşitli sahaflardan, hatta kaldırım üzeri satıcılarından topladığım ve evde çok sayıda kutu içinde biriktirdiğim “Akis” koleksiyonumu ne yapacağım şimdi? Çok iyi hatırlıyorum; bir kısmını memleketim İzmir’de Basmane meydanının istasyonun çarprazında bir ara pazar günleri kurulan kaldırım satıcılarından; bir kısmını da zaman zaman Ankara’dan geldiğimde İstanbul’da Bâbıâli yokuşunda kaldırım satıcılarından almıştım. Onları, büyük torbalar içinde, biraz da ağırlığından canım çıkarak, genellikle mavi trenle Ankara’ya taşımıştım. En az otuz yıllık bir birikim… Sahaflarda köşelere yığılı dergi destelerinin arasından eşelenerek toplanan dergiler gözümün önünde şimdi. Evet, biliyorum, koleksiyonun tamamına sahip değilim; ama şaka maka birkaç yüz adet toplamıştım. Üstelik güzelce istiflemiş ve tarih sırasına bile koymuştum. Hatta bazılarının eski sahipleri, onları çok güzel ciltlemişti ve ben de kütüphanemin raflarına yerleştirmiştim. Bir gün -artık ne zaman gelecekse- işte o gün, kutularından çıkaracak ve “Akis”i de yazacaktım. Bir gün bunu da yapacağımı ümit ediyorum yani. Fakat internette bütün sayıları varken, ekrandan izlemek varken, yine de kutularından içinden çıkan tozlu dergileri mi tercih edeceğim acaba? Gençlerin biraz da küçümsemesi ihtimaline rağmen böyle mi yapacağım? ‘Nasıl yani, teknolojiye ayak uydurmakta bu kadar mı geri kaldınız, kalıyorsunuz?’ tarzındaki sorular karşısındaki yanıtım tam olarak ne olacak? Tamam; itiraf ediyorum; bu yazının sayısını internetten izledim. Ama yine de emin değilim işte. Bilmiyorum; tıpkı Doris Day’in dediği gibi; “che (gue) sera sera”…