Geçen hafta başlayan dizi yazımız sürüyor. CHP’de reformcular, parti ilkelerinin sıkılaştırılmasını önermişlerdi. Onlara göre; parti, ilkelerini ciddîye almadığından başına bunlar gelmişti! Altı ok, eskisi gibi yeniden formüle edilmeliydi.
Partinin sekizinci kurultayına sunulan reform önerisi, partinin başına gelenleri anlamaya çalışıyor ve bir anlamda özeleştiri yaparken, geleceğe ilişkin bir perspektif de belirlemeye gayret ediyordu. Altı oktan vazgeçilemezdi. İdealist bir parti olarak CHP, bir noktada yanılmış ve “prensipleri anlayış tarzı, onlara bağlılık derecesi düşünülmeksizin, siyasetle uğraşmak isteyen her inanıştaki vatandaşları kendi içinde toplamakla yolunu tutmuş ve buna göre de bir gelenek yaratmıştı.” Fakat bunun sonucunda; parti, “zihniyet ve inanış farkları gözetmeksizin türlü düşüncede vatandaşları bağrında toplamış olduğu için” ilkeleri bakımından sarsılmıştı.
Parti içinde farklı görüşler ve anlayışlar ortaya çıkmıştı. Sözün kısası, partinin ilkeleri herkese göre değişebilir nitelik kazanmıştı. Bir ideolojik kesinlik sağlanamamıştı. Bu sorun şöyle anlatılıyordu: “Partinin prensipleri, bütün safvetiyle benimsenip temsil edilemez ve gerçekleştirilemez bir hale gelmişti.” Böylece aslında güçlü olan ilkeler, anlamını yitirmiş ve zayıflamıştı. Toparlanmanın zamanıydı.
Parti, ilkelerine uymuyor ki…
Reformculara göre, ilkelerin uygulanmasında “gevşeklikler”; hatta daha da vahimi, “asıldan inhiraflar [dönmeler] ve birbirine zıt tatbikat hareketleri” bile görülmüştü. Sonuçta, CHP’nin ilkeleri, “vuzuhsuz [belirsiz] ve anlaşılmaz” hale gelmişti. “Parti adeta faaliyetleri prensiplerine uymayan ve prensiplerine aykırı tatbikata tahammül eden bir siyasî” kuruluş haline düşürülmüştü. Ve sonunda parti, “millet”in “inancını ve güvenini” kaybetmişti. O kadar ki, -şöyle deniyordu- “korkmadan itiraf etmek icab eder ki” “şimdiki durum”, CHP’ye “bir idealist ve prensipler partisi dedirtmeyecek bir durum”du. CHP’nin başına gelenler de, işte ana ilkelerinden ayrıldığı içindi. Şimdi asla rücû etme zamanı gelmiş de, hatta geçmişti bile.
Fakat bu o kadar da kolay değildi; çünkü şartlar da değişmişti. Bu durumda da parti “yeni şartların ışığında” ilkelerini yeniden formüle etmek zorundaydı. Bu kez “tevil, tefsir, inhiraf” [sözü çevirerek; yorumlayarak; değiştirerek ya da bozarak] olmaksızın ama. İşte bu noktada reformcular, altı oku yeniden gözden geçiriyorlar ve onlara kat’î bir hat çizmeye çalışıyorlardı. Nasıl mı? Onu da görelim peki…
“Soğuk bir klişe” Milliyetçilik
Parti, son zamanlarda milliyetçiliğe karşı “adeta lakaydi” davranan bir gevşeklik içine girmişti. Bu nedenle de “bir kısım samimi milliyetçi vatan evlâtlarının sevgisini” yitirmişti. Muhtemelen bu cümleyle 1944 Irkçılık-Turancılık davasına atıfta bulunuluyordu. Türk devriminin “müsbet dünya görüşü”, maalesef “bayağı bir materyalizm” şekline bürünmüştü. “İnsanlık düşüncesi” ise, “yanlış anlaşılmış bir hümanizma cereyanı ile” karıştırılmıştı. Bunun neticesinde; Türk toplumunu “adeta kozmopolitleştirmek isteyenlerle” hiçbir mücadele yapılmamıştı.
Partinin sosyal adalet anlayışı da, “sınıf mücadelesinin işareti” şeklinde anlaşılmış ve buna karşı da parti “hareketsiz kalmış”tı. Hepsi bu kadar da değil; diğer yandan, milliyetçiliği “dışımızda esen havalara göre zaafa uğratmak gayretlerini güdenler ve ırkçılar ve faşistlik gibi” ithamlarla partiyi yıldırmak isteyenler de olmuştu ve bu ithamlar yanıtsız bırakılmıştı. CHP, bu ülkede yaşayan herkesin, “müttehit, mütecanis, [birleşmiş; homojen] tek millet olması dava”sından vazgeçemezdi. Milliyetçiliğin tanımına gelince, reformcular, her zamanki usûle başvurmuşlar ve “bizim milliyetçiliğimiz dışarıdan içimize sokulmuş bir milliyetçilik değil; bizim kendi şe’niyetimizden [gerçeğimizden] doğan bir milliyetçilik”tir deyip, işin içinden (güya) çıkmışlardı.
Devletçilik sağa sola çekildi
Partinin ikinci esaslı ilkesi devletçilik idi. Fakat bu ilkenin de “iyi bir izahı” yapılamamıştı. Ve bunun neticesinde bu ilke de “sağa sola, ileriye geriye” çekilmişti. Tutulamamıştı. Parti devletçilikten ne anladığını sadece açıklayamamış, fakat bir yandan da onun mahiyetine ters düşen açıklamalar karşısında da “hareketsiz kalmış”tı. O kadar ki, “sosyalist devletçilik”ten, “Marksist devletçilik”ten, materyalist yorumlardan söz edenlere karşı tepki oluşmamıştı.
Hele uygulamada iş, “devlet için devletçilik”e varmıştı. Bir başka akıl almaz gelişme de, “son zamanlarda devletçiliğin adeta inkâr edilerek, birdenbire anlaşılmaz bir liberalizme sapma cereyanlarına karşı partinin hareketsiz kalması”ydı. Bu cümleyle de herhalde 1946 sonrasında CHP içinde görülen yeni eğilime işaret edilmişti. Devletçilik, “karma karışık, tatbikat yönünden türlü tezatlarla hırpalanmış” bir haldeydi. Yeniden formüle edilirken, kat’îlik esas olmalıydı artık.
Kesinlik deyince, reformcular şöyle bir öneride bulunmuşlardı: Elbette devletçilik, sosyalist ya da Marksist yorumlardan tamamen uzak olacaktı. Devletçiliğin “moda”ya uyularak bir kenara atılması da; liberalizme yelken açılması da tabiî kabul edilemezdi. Devletçiliğimiz, dışarıdan ithal edilmemişti, yabancı arzularına göre düzenlenmeyecekti. Kısacası, her şey halk için olacaktı. Millî ekonomi kurulacaktı. Köylüler de millî ekonominin temelini oluşturacaktı. Reformcular, yine kaçamak davranmışlardı. Belki de geleneksel usûlden ayrılmak istemiyorlardı. Devletçiliğin ne olmadığını tanımlamak daha kolaylarına ve işlerine geliyordu. En olumlu tarifi şöyle yapmışlardı: Devletçiliğimiz, “kurucu, koruyucu ve düzenleyici” olacaktı. Ne formül ama değil mi!
Tek particilik ve diktatörlük
Bazıları cumhuriyetçiliğin artık bir dava olmaktan çıktığını düşünebilirlerdi; fakat reformcular öyle düşünmüyorlardı; aksine, bu ilke de canlı tutulmalıydı. Hele yeni dönemde (yani DP iktidarında) “başımızdan diktatörlük tehlikesinin ebediyen uzaklaştığını kimse iddia edemez”di.
Tuhaf olan nokta şurasıydı ki; bu satırlar, DP’nin seçimi kazanmasının ve hükûmet kurmasının üzerinden sadece birkaç hafta geçtikten sonra yazılabilmişti! 27 Mayıs öncesinin meşhur “diktatörlük” iddiası, 1950 yılının yaz aylarında tohum halinde toprağa atılıyordu anlaşılan. Cumhuriyet, bir bakıma diktatörlüğün panzeri sayılmıştı; bu yoruma göre. Fakat sadece beş yıl öncesine kadar geçen yirmi yıllık cumhuriyet idaresinin nedense tek partili bir yönetime sahip olduğu unutuluvermişti aniden! Bu bakımdan formül, daha en başından sakat görünüyordu. Cumhuriyet, diktatörlüğe mani değildi aslında. Fakat diktatörlük, cumhuriyette de mümkün olabiliyordu. Bu gerçeği görmek için 1950 yılına kadar beklemeye, hele muhalefete düşmeye bilmem ki gerek var mıydı?
Halkçılık, demokrasi demektir
Parti, halk(çılık)tan da uzak düşmüştü. Hatta onu “elinden kaptırmak tehlikesi” ile karşı karşıyaydı. Birden bire halkçılık demokrasiye dönüşünce; formülasyonda da farklı bir değerlendirme ağırlık kazanıvermişti: CHP, “halk idaresi”ni ilk önce benimsemiş olduğu halde, bunu hayata geçirememişti. Partinin halkçılıktan anladığı, “zayıf vatandaşların ezilmesine” karşı çıkmaktı. Ama gerçek hayatta bu ilke sadece bir “isim” olarak kalmıştı.
Kayırmacılığa son verilmeli
Hatta CHP zaman zaman kişisel çıkarlar için devlet otoritesinin âlet edilmiş olduğu ithamlarına bile karşı çıkmakta zorlanmıştı.
Artık “devlet kuvvetlerinin halk üzerinde baskı vasıtası haline getirilmesine karşı mücadele” açılmalıydı. CHP bunu yapmıştı işte. Bu sanırım reformcular açısından önemli bir öneriydi; çünkü, bu ifadeyi de bold olarak yazmışlardı! Elbette hepsi bu kadar değildi; parti, eski alışkanlıklarını da değiştirmeli ve kayırmacılığa artık son vermeliydi. Artık “bir millî tesanüt [dayanışma] ahlâkı ve ruhu” dönemi başlamalıydı.
Nasıl bir halkçılık?
Görüldüğü gibi; burada halkçılık, artık klasik boyutuyla, yani sadece imtiyazsız bir kitle yaratmak gibisinden bir perspektifle değil; sınıflar arasında dengeli bir dağılım sağlanmasına yönelik bir sosyal adalet anlayışına dayandırılıyordu. Bu bakımdan dikkat çekiciydi.