Bugün 12 Eylül, o zaman bir 12 Eylül ezberinden (yanlışından) başlayalım. Sonra da şu güncel büyüme meselelerine geleceğiz. En ‘baba’ iktisadi 12 Eylül kandırmacılarından birisi, 1980’in hemen başında Türkiye’nin ‘liberal’ ekonomi-politikalarına geçtiği ve 12 Eylül’ün bu politikalarının sonucu olduğudur. Hayır, bu büyük bir yanlıştır. Tabii ki kasıtlı yapılan ve yayılan bir yanlıştır . 12 Eylül askeri faşist rejimi, tam aksine, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başladığı sembolize edilen, ‘yerli’ tekelci sermayeyi palazlandırma politikalarının sonucudur. Yani, teknik-iktisadi- adıyla söylersek, otarşik İthal İkameci Politikaların zorunlu siyasi sonucudur 12 Eylül faşizmi.
İthal İkameci Politikalar, (İİP) otarşik-kapalı- bir ekonominin başlangıcı olduğu kadar, iç pazara dayalı-yerli- sermayeyi ortaya çıkarmanın aracı olarak gündeme gelmiş ve zorunlu olarak devletle-devlet bürokrasisiyle, orduyla- ortaklığı içermiştir. Aslında bu hattın politik kökenini 1924 Anayasası’nda bulabiliriz. 1924 Anayasası ile hem tek parti diktatörlüğüne giden yol açılmış hem de Türkiye’de ‘milli iktisat’ dönemi başlamıştır ki bu, 1960, 1982 anayasalarının kökenidir. Tabii ki 1945’e kadar Türkiye’de devlet patiklerine baktığımızda özgün bir faşizm deneyimi olduğunu görürüz ki bu da 1924 Anayasası’na dayanır.
İİP’ın ilk dönemi-bizce- 27 Mayıs’la başlar. Çünkü 27 Mayıs darbesi, Türkiye’de toprağa ve ticarete dayalı oligarşik diktatörlükten devletçi tekelciliğe ve uluslararası ilişkilere dayalı oligarşik diktatörlüğe geçişin adımıdır. Bu adım, bugün TÜSİAD çevresinde kendini ifade eden geleneksel Türk sermaye sınıfını ortaya çıkarmıştır. Ancak yine bu süreçte, her zaman olduğu gibi, devlet ekonominin ve ‘zenginleşmenin’ -yağmanın- içinde olmuştur.
İİP’ın ikinci dönemi de 12 Mart 1971 darbesiyle sembolize edilebilir. Bu dönemde yine enflasyon bir gelir aktarım ve yağma mekanizması olarak kullanılmış, 60 ve 71 darbeleriyle askere dayanan tekelci sermaye, ücret ve fiyatları istediği gibi belirleyerek, hem devleti soymuş hem de verimlilikten uzak, rekabetçi olmayan, sürekli döviz açığı veren bir ekonomiyi Türkiye’nin sırtına yıkmıştır. Bu yağmanın en önemli temsilcilerinden Demirel, darbenin hemen öncesinde, ülkenin 70 sente muhtaç olduğunu ilan etmiştir. Bütün bu hikâye, 1924’te başlayan -1924 Anayasası ile- sürecin hikâyesidir. Bu anlamda 1961 Anayasası 1924’ün devamıdır ama 82 Anayasası da hem 1924 hem de 1961’in devamıdır.
Şimdi gelelim bugüne: Türkiye ekonomisi, 1980’lere gelirken, yerinde sayan, devlete ve askere sırtını dayamış yağmacı sermayenin elinde tıkanmıştı. Bu tıkanıklığı, yine bu sermaye, askeri öne çıkartarak ve küresel ittifaklarını da devreye sokarak aşmaya çalıştı. Ama geldiği yer ancak iki binlerin başı oldu.
Yeniden bir yol ayrımı...
Türkiye’de, bütün bu süreçte, devlet ve asker vesayetinden bağımsız gelişen, rekabetçi yeni bir sermaye yapısı öne çıkmaya başladı. Bakın,1980’de imalat sanayiindeki istihdamın yüzde 35’i, katma değerin de yüzde 43.5’i kamu sektöründen kaynaklıydı. Yani bizim ‘büyük’ sermayemiz, katma değere ve istihdama dayalı olarak büyümemişti. Şimdi ihracat şampiyonu olan Gaziantep gibi Anadolu illerindeki ‘girişimcilik’ ise devletin iktisadi işletmelerinin ya da ‘büyük’ sermayenin bayisi olmaktan ibaretti. İşte bu işletmeler artık ‘bayi’ değil, ihracatçı. Şimdi Türkiye’nin milli gelirinde tarımın payı yüzde 5’lere gerilerken sanayinin yüzde 25’e çıkmış durumda. Türkiye’yi, yağmacı, devlete dayalı kapalı bir tarım toplumu cenderesinden bu işletmeler çıkarmıştır.
2001 krizini takip eden süreçte, Anadolu’da yapılanan ve çoğu KOBİ ölçülerinde olan bu işletmeler, hızla kurumsallaşarak küresel rekabetin ve teknolojinin gereklerini yerine getirmeye başladılar. Bu sürecin ortaya çıkardığı sermaye ve onun sürüklediği dinamikler, kendisi gibi, yeni bir siyaset, yeni Anayasa ve devlet talep etmeye başladı. Bu talepler, Türkiye merkezli ve Ortadoğu’dan başlayarak doğuya doğru, Çin sınırlarına kadar olan coğrafyayı piyasalaştıracak bunu yaptığı oranda da demokratikleşecek yeni bir krizden çıkış dinamiğinden gücünü aldı. Hiç şüphesiz bu, yeni ve beşeri sermayeye dayalı bir büyüme perspektifidir. Bakın ikinci çeyrekte gelen büyüme düşüşü, bir tıkanmayı ifade ettiği kadar, bir fırsatı da anlatıyor. Ya burayı aşıp, insanı-böyle olunca demokrasiyi de tabii- merkeze koyan yeni bir kalkınma paradigmasına geçeceğiz ya da seksenlerde tıkandığımız cehenneme geri döneceğiz.