1915’in ‘ne olduğu’ tartışması ‘neler olduğunun’ önüne geçmiş durumda. Bu bile, tartışmayı başlı başına bir kısır döngüye dönüştürmek için yeterlidir. Çünkü 1915’te ‘ne olduğu’ tartışmasının ana eksene dönüşmesinin maliyeti, ‘neler olduğunu’ sorgulamamak oluyor. Yaşananların bağlamıyla beraber tartışılmasına müsaade edilmeyince de, isimlendirmenin kendisi bir krize dönüşüyor. Bu kriz, mahkûm edilecek ve fatura kesilecek aktör arayışı bitmediği sürece de nihayete ermeyecektir.
1915 üzerinden kimlik inşasının çok boyutlu sorunları var. Öncelikle, arzulanan kimliği inşa etmek için Ermeniler pasif bir pozisyonu baştan kabullenmiş oluyorlar. Ancak Türkiye dile getirdikleri iddiaları ve talepleri kabul ederse, kimliklerinin hitama ereceğini zımnen dile getirmiş oluyorlar. Başka bir deyişle, ‘soykırım’ isimlendirmesi Türkiye tarafından kabul edilmediği sürece, sadece Ermeni kimliği eksik kalmıyor, Ermeni yaralı bilinci de sancılarını korumaya devam ediyor.
Bu durum, yaşanmış acıların inkârını, tehcirin ağır maliyetini ve yaşananların hukuki tarifinin ne olduğunu tartışmamak üzere bir zemin de inşa ediyor. Hâsılı kelam, 1915 etrafında inşa edilmiş dünyadan hiç değilse bir nebze olsun çıkmadan tartışmaya başlamanın, hatta meselenin sahici paydaşlarının ortaya çıkmasının imkânı bulunmuyor.
Bu noktada, tartışmanın taraflarının kimler olduğu da önemli bir meseleye dönüşüyor. En genel anlamda Ermenilerin, tartışmanın ana muhatabı olması da engellenmekte ya da en hafif ifade ile perdelenmektedir. Hâl bu olunca şu soru meşru hale gelmektedir: 1915 tartışmasında Ermeni lobisiyle mi, yoksa Ermenilerle mi muhatap olunuyor?
Bu suale 'Ermeniler' cevabını kuvvetli bir şekilde vermek mümkün değil. Her ne kadar lobinin genel anlamda Ermeniler tarafından sahiplenildiği doğru olsa da, hemen her diasporada olduğu gibi, lobinin gündemi ana kitlenin dünyasını fazlasıyla aşacak duruma gelmektedir. Benzer bir krizi Holokost üzerinden Yahudilerin tecrübesinde de görmek mümkündür.
Tartışmanın kendisine gelecek olursak, ‘helalleşme ile hesaplaşma’ arasında sıkışmış bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görmemiz gerekiyor. 1915 üzerinden ‘Türkiye ile hesaplaşma’ ekseninde muhatap olunduğu sürece, aynı eksen içerisinden Türkiye’nin pozisyon almasından daha doğal bir durum olamaz. Zira ‘Türkiye’yi mahkûm ettirmek’ ana hedefe dönüştüğü andan itibaren, ‘müştekinin şüpheli ilan ettiği aktörün’ müdafaası gerçekleşecektir. Bu duruma şaşırmak yerine, inşa edilen eksenin oluşturduğu kısır döngüyü kırmak için adım atılması gerekiyor. Bu adım atılmadığı sürece, hesaplaşma taarruzuna yüzleşme ile cevap verilmesi hayatın ve siyasalın tabiatına aykırı bir beklenti olarak kalmaya devam edecektir.
Hesaplaşmanın ve mahkûm etme gayretinin zeminini aynı anda Türkiye-Ermeniler olmaktan çıkarıp, Türkiye ve başka başkentlere dönüştürmek ise bir başka büyük kriz başlığı anlamına geliyor.Batı başkentlerinden Türkiye’yi mahkûm etme girişiminin 1915 tartışmasını tamamen ekseninden çıkarmaması mümkün değil. Hâl bu olunca, Ermeniler tartışmanın içerisinde buharlaşmakta, hatta dile getirdikleri iddialarını da kendi elleriyle araçsallaştırıp anlamsızlaştırmaktalar.
1915’i salt hukuki neticeler üretecek şekilde ele almak ise bir başka naif yaklaşım olarak önümüze geliyor. 1915 içerisine diplomasi, dış politika, başka başkentler, Türkiye ile çoklu sorunları olan aktörler dâhil olduktan sonra salt hukuki bir netice beklemenin açıklanabilir bir tarafı bulunmuyor.
‘Türkiye’yi mahkum ettirme’ hedefi bu denli kaba bir şekilde arz-ı endam ettiği sürece, 1915 tartışmalarının sağlıklı yürümesi de, bir netice üretmesi de mümkün görünmüyor. Bunca yükün altından Ermenilerin, bunca başlığın arasından da Türkiye’nin çıkarak meseleyi ele alması zorlaşıyor.
2015 sonrası, bir asra yakındır sadece kısır döngü üretmiş olan başlıkların bir kısmından kurtulmak için büyük bir fırsat sunuyor. Bu imkân değerlendirilirse, yeni Türkiye’de Ermenilerle ve 1915’le başka bir düzleme geçilmemesi için bir mani bulunmuyor.